Karaçağ
Yaşadığımız çağın adıdır kara çağ. Yaşayıp gördüklerimizden
sonra en çok bu ad yakışır ona. Mertliğin hepimizin yitiği olduğu, insanlığın
kaybolduğu çağın adıdır. Ne çok üzüldük, ne çok ağladık, ne çok öldük biz bu
çağda... Ve feryadımız ne çok yankılandı Anadolu’nun kavruk bozkırında. Yalayıp
geçti çığlıklarımız, sağır kulakların kepçelerini. Ne irkilip bir bakan oldu,
ne dönüp sesimize ses veren.
Yücelmenin gereği, yüceliğin gereğidir yol vermek. Yol vermek
gerekir insana. Yol olmak gerekir insanlığa. Bazen kaybederiz, insanı da
insanlığı da. Yitiğimizi bulmak için yine insana doğrultmalıyız yönümüzü.
Bulutsuz gecelerde gökyüzünde gördüğümüz, ışık selinden bir
donanmadır. Bir ışıklı yoldur bir uçtan öbür uca uzanan. Orda burda şurda
gördüğümüz öbek öbek yıldızlar, bin yıllar öncesinin hikâyesini ulaştırır
meraklısına. Konuşur, haberleşir adeta.
-Yıldız
kaydı! deriz ya hani.
-Biri
daha gitti aramızdan…
-Biri
daha, ‘Gel!’ denen çağrıya, ‘Geldim!’ diye cevap verdi.
Bize öyle öğretmişlerdi. Çocukluğumuzda böyle işitmiştik
büyüklerimizden. Henüz daha koparılmamışken topraktan. Yalınayak oynarken
çamurlarda. Henüz daha avuçlarımıza topladığımız fener böceklerinin ışığı,
aydınlanıyorken çocuk yüzlerimizi. Çalılıkları mesken edinmiş bülbüllerin sesi,
çınlıyorken kulaklarımızda. Gökyüzü ışıklı bir tavan gibi asılı duruyorken
tepemizde, öyle öğrenmiştik. Elektrikle daha tanışmamıştı şehirlerimiz,
kasabalarımız, köylerimiz. Kandillerin, gaz lambalarının aydınlığı, gölge
oyunları ziyafeti verirken bize. Karanlığın hâkimiyeti daha henüz sürerken
sokaklarda. Uzansak, tutacakmışız gibi yakın gelen yıldızlar, ruhumuzu
aydınlatacak kadar parlakken öyle öğrenmiştik.
İnsan, günlük hayatı kolaylaştırmak uğruna ne zaman bilgiyle
kirletti ruhunun penceresini, o günden beri aramaktayız gökyüzünün kaybolan
tılsımını. Ruhumuzu yoran şehirlerden kaçmadan, dağ başlarına tırmanmadan,
bulutlarla tüllenen zirvelere el değdirmeden o tılsıma kavuşmanın hiç yolu yok.
Gecelerimizi süsleyen gökyüzünün o kaybolmuş güzelliğini, şimdi arayan soran
var mı? Meçhulümüz.
Ruhunu, dağ başlarında yalnızlıkla emziren iri mezarlar görürüm.
İnsandan, köyden, şehirden uzak mezarlar. En tenha yerlerde, en kuytu
köşelerde, yolu sarp tepelerde yer tutmuş mezarlar. Niçin burada yaşamışlardı?
Niçin burada gömülüydü kimse bilmez. Yalnızlığı geyiklerle, kurtlarla,
yıldızlarla bölüşmüş, kimi gazi, kimi şehit, kimi devrine şahit, erenler, göğe
eren dedeler. Her biri bir ışık. Her biri yerden göğe, ötelerin ötesine bir
aydınlık yol. Demirkazık’ın yeryüzüne düşmüş gölgesi her biri. Ruhu Gök Tanrı’ya
ulaşmış ataların, bize bıraktıkları nefesidir belki de onlar.
Yalnızlıkla piştiler. Yalnızlıkla demlenip, olgunlaştılar.
Yalnızlıkla doyurdular ruhları. Acının, çilenin, muhabbetin sacayağında yanan
ateşte pişerek erdiler maveranın sırrına. Düşene, Tanrı’nın eli oldular dağ
başlarında. Yaralı ruhları, küllenmiş bakışları sevgi ile sardılar. Kaçağa
barınak oldu ıssızlıkta yer tutmuş ocakları. Aşsıza aş sundu, hastaya ilaçtı
verdi.
Başlarında yüzyıllara şahitlik etmiş ulu ağaçlar. Ve tevazu
içinde yana eğik duran iri uzun taşlar. Dağ başlarında nöbet tutmaktadır
erenlerin yerini işaretler. Kimse sanmasın bu dağ başları, bu vadiler, bu yol
çatları sahipsiz…
Bir kurt uluduğunda… Bir çakal ses verdiğinde ötelere... Sert
esen rüzgârın nefesi ıslık çaldığında kayalıklarda… Dallar, özgürce dolaşan
ruhların önünde eğildiğinde. Yapraklar, hışırdayarak sürtündüğünde birbirine.
Bir yılan tıslayarak, kıvrıla kıvrıla uzandığında gecenin karanlığına. Kanat
çırptığında bir alıcı kuş yavru tavşana doğru. Uç uç böceği, sessizce
konduğunda bir çiçeğin yaprağına. Ve sessiz akan derenin suyunda gevezelik
ederken yeşil kurbağa. Bir tarla faresi deliğinden merakla uzatırken başını. Bu
dağ başlarının bir sahibi olduğunu bilir. Vaktin, saatin, zamanın bir sahibi
olduğunu bilir.
Çam ağaçlarının iğne yapraklarında yer tutan çiğ damlaları,
yıldızların ışığını, enerjisini getirir bize. Kaydırak oynar şebnemler bir
yaşlı meşenin yapraklarında. Yere düşen, toprakla buluşan sabahın göz yaşında
donar zaman. En güzel tablodur seyrettiğimiz gözü olana. Ve sesler, kainatta
hiç kaybolmayan, geçmişin sırrı, geleceğin keşfi sesler. Bir büyük senfonidir
duymasını bilenlere.
‘’Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor..’’
Demişti Bayrak Şairi. Doğrusu hiçbir tepe boş değil. Her tepenin
bir bekleyeni var. Bir düzen vereni, bir kural koyanı var. Dağlarımızı,
bellerimizi boş bırakmayan bu insanlar yalnızlıkla beslendiler. Dertlilerin
derdi ile büyüdüler. Miskinlerle çoğaldılar, Güzel baktılar, güzel gördüler,
güzel söylediler. Güzellikleri çoğalttılar. Güldürdüler yüzleri. Tanrı’ya yakın oldular hep. Tanrı’dan
aldıklarını, gönül aynasından yansıttılar tabiata. Yaratılmışın gönlüne
tuttular aynayı. Ne korktular, ne korkuttular. Kandil olup aydınlattılar yeryüzünü,
dünden bu güne. Gökyüzüne yol tuttular.
Eskiler, yani yaşı yetenler bunu denemiştir. Gökyüzünün o
muhteşem manzarası altında, gündüzün bulutları kovalamış, şekillerine adlar
vermiş, hayaller kurmuş, maviliğinde kaybolmuşuzdur sonunda. Öyle
hafiflemişizdir ki üflesen kuş tüyü gibi uçacak hale gelmişizdir.
Ya geceler? Geceler anlatılabilir mi? Anlatmaya yetecek ne
kelimemiz, ne cümlemiz var heybemizde. Yine de söz söylemeye cesaret edip,
gökyüzüne merdiven kurduğumuzla başlayabiliriz lafa.
Kaçımız parmak uzatmamıştır kayan bir yıldıza? Hayalden kurulu
sahnenin perdesine tutunup, kaçımız uzanmamıştır bize işmar eden yıldızlara? Bedenimizi
yalnız koyup ötelere, ötelerin ötesine kaçımız gitmemiştir. Heybemizde ne çok
anı birikmiştir çocukluğumuzdan bu güne. Yeni nesiller neyi kaybettiğini,
şehirlerin aldatıcı ışıklarının onlardan neleri alıp götürdüğünü, kaçırıp
gizlediğini bilmiyor. Ruhunu bir kez olsun gök adanın memesinden emzirmeyen,
hayallerinde yıldızlara merdiven kurup, hamak bağlamayan yaşamış mıdır? O
hamdır. O fakirdir. O zayıftır, hemi de eksiktir.
İşte Anadolu’nun aksakallı uluları, velileri, bilicileri
Asya’nın bozkırlarında yetişip gelmiştir. Horasan’da eylenmiş, orda bir daha
demlenmiş. Sırrın sırrına ermiş. Yaşadığımız topraklarda karar kılmışlardır. Atalar
ruhlardan aldıkları ilahi emaneti, yüzyıllar boyu birbirlerine aktara aktara
tamamlamışlardır göçlerini. Onlar hesapsız kitapsız öğrenmişlerdi. Yalnızlıkla
incelen ruhları yücelmiş, Gök Tanrı’ya yükselmişti. Tanrı’da aldıkları saf
enerji ile aydınlatmışlardı dağ başlarını. Onlar varken her canlı hakkını
hukukunu bilirdi. Bilmeyene bildirilirdi. Kurt kapmazdı kuzuyu. Eşkıya basmazdı
yazıyı. Uğrulanmazdı obalar. Asyanın bozkırlarında yan bakan olmazdı namusa
kadına kıza.
Hepimiz
Tanrı’nın yolcusuyuz.
Hani
‘Oku!’ demişti elçisine rabbimiz,
O
da ‘ Ben okuma bilmem…’ demişti Rabbine hani.
Sonra Tanrı’dan öğrendi kâinatı okumayı. Yerin göğün kozmosun
sırlarını. Sevginin dilini, aşkın dilini. Ve Tanrı’dan gelen vahyin sesiyle
seslendi insanlara. O sesin enerjisi ile ulaştı yolda kalmışlara,
kaybolmuşlara. Tanrı’nın nurunda yanan ruhu, ışık saçtı dört bir yana. Toprak,
Ateş, Hava ve Su; sesin enerjisi ile birleşerek Tanrı’nın nurunda sentezlendi, umut
oldu insanlığa, aydınlandı tüm dünya.
Bilge insanların peşinden, bilicilerin izinden biz de düştük
yollara. Dağlara doğru yürüdük. Dağlara çıktığımızı sanarken, yolun içimize
kıvrıldığını gördük. Uzun bir yoldu önümüzde duran. Uzun ince bir yol. Halimizi
görmek için, kendimizi görmek için yürüdük gündüz gece. Bazılarımız ‘Ya
unutursak!’ diye endişelendi. Dağlara taşlara, mağaralara kazıdı yaşayıp
öğrendiklerini. Bir mesaj bırakmak istemişlerdi.
Yeryüzünün kayalıkları at,
geyik, dağ keçisi resimleri ile dolmuştu. Resimlerden simgelere, tamgalara,
harflere, yazılara geçtik. Bildiğimiz her şey böylece arttı, çoğaldı, büyüdü.
Ne var ki, şimdi de Tanrısal olandan uzaklaşmıştık. Oraya buraya savrulup
gitmişti ruhlarımız. Gönül çerağımızı uyandırmak için üfleyecek bir ulu nefes
kalmamıştı etrafımızda. Kendimize yabancılaşmış yol bulamaz olmuştuk. Ruhlardan
yansıyan bilgiler görünmez olmuştu. Puslanmıştı ayna.
Ve dünya kararmıştı.
Şimdi bize düşen; bizi kökümüzden üzen bütün engelleri kaldırmak
aradan. Bedeni doğal olmayandan temizlemek. Ruhu esas kaynağından emzirmek.
Bizi kirleten ne varsa hemen söküp atmak. Hem de hemen…
Anadolu bin yıllardır sığınağı bütün göçerlerin. İnsan, hayvan,
bitki, bin yıllardır Anadolu’nun beşiğinde sallandı. Onun müşfik koynuna
sığındı. Onda can buldu. Onda nefes alıp verdi. Onda huzur duydu. Yalnızlığı bilir,
kalabalığı tanır Anadolu. Ana kıta Asya’nın bütün tecrübesi, özü, özütü onda
saklıdır. Zenginliği, güzelliği onda toplanmıştır. Şairler, ozanlar,
filozoflar, bilgeler yetiştirmiştir, ışığı bugün de yüzümüze vuran. Kendi
içinde dolaşanlar diyarıdır Anadolu. Kendinde kaybolanların kışlasıdır kavimler
göçtüğünde. Çiçeğin bin türlüsü onda açar. Bitkinin bin türlüsü onda hayat
bulur. Bırakıp geldiğimiz Asya’nın geniş topraklarında her şeyin bir değeri
vardı. Akan suya saygı duyulurdu, durgun göle minnetle bakılırdı. Bindiğimiz
atlar kardeşimizdi. Uyuduğumuzda geyiklere, karacalara, kurtlara karışırdı
ruhlarımız.
Bir
gün yanlış yaptık ve Tanrının öfkesi kavrayıverdi bizi. Tabiat hırçınlaştı.
Gökyüzü artık bizi koruyan bir şal değildi üstümüzde. Yağmurlar fırtınalar
kırbaç gibi indi yüzümüze. Kurak yazlar yaktı kavurdu. Soğuk kışlar dondurdu.
Asya bozkırlarında bizlere rızık kalmadığını anladık. Dağ, taş, kurt, kuş
‘’Göç!’’ diye seslendi. Göçmek zorunda kaldık. Her geçen gün içimizde büyüyen
göç arzusuyla düştük yollara. Çadırlar yıkıldı, obalar toplandı, iller dağıldı.
İçimizdeki biliciler her türlü tohumu aldı yanına. Kuşaklarının içini her çeşit
meyvenin, bitkinin, çiçeğin tohumuyla doldurdular. Göç yolları boyunca
kuşaklarını canları gibi korudular. Hayvanlar kendiliğinden düştü peşimize. Bir
bozkurt, yürüdü önümüz sıra. Ardınca Türk boyları, kafilelerle aktı batıya
güneşi battığı yere. Yüzyıllarca sürdü yolculuk. Güneş ardımızda günbatımına
sürdük atlarımızı kona kalka. Yeni yerler, yani insanlar, yeni canlılar
tanıdık. Kız aldık, kız verdik, biraz toparlanıncaya kadar dinlendik. Ama
bitmedi yolculuğumuz. Tuna’yı görünceye kadar, serin sularına dalıncaya kadar
gittik. Büyük denizlere ulaştık. Yürüdük, yürüdükçe geçti zaman, artık Müslüman
olmuştuk. Hayatımız gibi inançlarımız da değişmişti. Çadırlarımızın yerini
tahtadan, ahşaptan evler almıştı. Obalar şehirlere dönmüştü. Türk, her rengiyle
kim bilir kaçıncı defa Anadolu topraklarındaydı. Anadolu, bir küçük Asya’ydı.
Dinlemesini bilen duyar konuşulanları. Tabiatın
bağrında kendiliğinden yetişen ağaçların da bir dili vardır. Kulak verdiğinde
fısıltısını duyarsın. Yaprakların arasından besteler akar en güzelinden, rüzgâr
estiğinde. Gökyüzü en büyük sahnenin tavanı olur üstümüzde. Ağaçların dalları
ritim tutar, Bir kartal, bir baykuş, bir serçe ses verir yandan. Ve gönlümüz bedenden
yükselir, kanat çırpar atalar diyarına. Baş eğeriz ardımızda yıldız tarlası
gibi bıraktığımız ruhlara.
Ağlayarak gelmiştik dünyaya. Sonraları gülmeyi de
öğrendik. Dünyanın bütün dillerinde ağlamak ve gülmek aynıdır. Ortak dilidir
insanlığın. Bir de gözler var, hiç konuşmadan bakışıp anlaştığımız.
‘’Yurdumuz burası!’’ dediğimiz bu topraklarda bizden
binyıl önce yaşamış insanlar vardı. Yaptıkları her şeyi arkalarında bırakıp
gittiler. Bu gün bile muhteşem eserler, izler bıraktılar arkalarında.
Kerpiçlere, taşlara, kâğıtlara yazdılar serencamlarını. Onlarla beraber yok
olup gitmedi tecrübeleri. Atalardan kalan bilgi; oğulları, kızları kurtarmaya
yetmedi. İçlerindeki o büyük enerjiyi bırakıp, bir tek bilgiye güvendiler,
yalnız ona dayandılar. Sonra, inançlarını kaybettiler, atalarıyla olan bağları
koptu. O Tanrısal bilgiden uzaklaştılar ve yok oldular.
Bizim erenlerimiz, Türk Milleti var olsun diye tuttular
dağ başlarını. Atalar inancını yeni tanıştıkları İslam inancı ile
birleştirdiler. Karanlık hücrelere kapandılar. O hücrelerde damıtıldı ruhları.
Ataların ruhlarına eriştiler. Yol buldular bin yılları bilgisine. Tek Tanrı’ya
Gök Tanrı’ya ulaştılar. Saflaştılar, berraklaştılar, bedenden sıyrılıp geçilmez
kapılardan geçtiler. Halvet oldular, evrenin kozmik sırlarına erdiler.
Erdikleriyle döndüler bize, ışık oldular
karanlığımıza. bu gün bile Dertli gönüllere mutluluk verdiler. Yaralara mehlem
oldular.
Onlar, o dağ başlarında nöbet tutarken, biz bu gün
bile mutluyuz, huzurluyuz, güçlüyüz. Anadolu’yu gezdikçe görürüz bu ruh
adamların başlarında falanca filanca efendi diye yazar. Doğrusu ermiştir,
erendir, babadır, dededir. Gayrisi bühtandır.
Eflani ye Safranbolu istikametinden gelirken, şehrin
içinden sağa bir köy yolu ayrılır. On beş kilometre kadar gittiğinizde Küre-i
Hadid/Demirli Köyü çıkar karşınıza. Biraz aşağıya vadiye indiğinizde 1451
yılında yapılmış Küre-i Hadid Camiini ve müştemilatını görürsünüz bir de Şeyh
Şaban-ı Veli’nin talebesi Mahmut Efendi’ye ait türbe vardır yanı başında.
Ahşaptan yapılmış ve kök boyalarla süslenmiş caminin giriş kapısının iki
yanında halvet odaları vardır ruhların terbiyesi için. Sonra pencere altındaki girintilerde
sergilenen uzun geyik boynuzları dikkati çeker. Mahmut Efendi’nin türbesinde de
vardır geyik boynuzlarından. Dışarıda küçük bir derenin akan suyunun sesi gelir
kulağınıza. Bir çeşme takılır gözünüze susayana sebil olsun diye. Bir kenarda
bekler, altıgen formda yapılmış bir dibek taşı. Geçmişin bereketinin anılarını
saklar içinde. Öyle sessiz, öyle suskun. Az yukarıdaki boşluk gelip giden
saillerin miskinlerin yunup yıkandığı hamamın yerini işaretler. Şimdi temelleri
bile kaybolmuş. Yine yolu bu kuytuya düşenleri, bu ıssızlığa sığınanların
konakladığı küçük yapılardan da bir iz kalmamış. Karşıki yamaçta bir miskinler mezarlığı
olduğunu, bilen biri size söylemese inanmazsınız. Yunus’un dediği gibi ne söylerler ne bir haber verirler. Üstelik
başlarında hece taşları da yoktur. Niçin miskinler mezarlığı denmiştir merak
konusudur. Taşları niçin yoktur. Kaçak mıdırlar, Kimsesiz midirler, sahipsiz midirler?
Bu ıssız kuytuda ne işleri vardır. Nasıl yol düşürmüşlerdir. Nasıl yaşamış,
nasıl ölmüşlerdir? Bilinmeyi bekler. Kuzey yamaçlarındaki paslı görüntüler köye
de camiye de adını veren demircilik zanaatının izlerini taşır. Artık izi tüzü
kalmamış demir ocaklarının şakırtısı çınlatmıyor gök kubbeyi.
Bu ıssız kuytuda her eksik tamamlanmış. Oğuz Ata’nın
ruhuyla konuşan, Gök Tanrı’nın bilgisine erişen bir veli,
Tanrı’nın evinin dibinde yer alan barınak, aşevi,
hamam ve gücü olanın demiri eritecek, şekillendirecek, insanlığın hizmetine
sunacak geçimlerini sağlayacakları ocaklarla, kaçkınlara, göçkünlere,
hastalara, dertlilere kol kanat germişti. Sorun hikâyelerini, size anlatsın
miskinler mezarlığı.
Yanı başındaki türbede nöbet bekler dedemiz.
Gökyüzündeki Demirkazık Yıldızı’nın yere düşmüş gölgesidir o buralarda. Hayatı
boyunca yol olmuştur Tanrı’ya ulaşmak isteyenlere. Rehber olmuştur. Çoban
Yıldızı gibi kaybolmuşlara yol göstermiştir. Şimdilerde ruhu kol gezmekte bu
dağ başlarında, bu vadilerde, bu kuytuluklarda. Tanrı’nın kurduğu nizama kurdun
kuşu uymasına gözcülük etmekte. Çam ağaçlarının iğne yaprakları onun
sohbetlerini fısıldamakta kulaklara. Miskinler Mezarlığının çalılıkları ondan
dinlediklerini anlatmakta hala başı taşsız ölülere. Akan suların şırıltısı onun
tesellisini iletmekte bize. Gökadanın bütün yıldızları, içlerinden yere düşen
Küre-i Hadid sakinine eğilmiş dinlemekteler sanki.
Ben dibek taşının üstünde oturmuş uzaklara
bakıyorum. Seyrederken bu güzelliği dalıp gidiyorum yüzyıllar öncesine.
Yusufcuk kuşları susuyor. Böcekler susuyor, akan sular susuyor. Rüzgâr tutuyor
nefesini, otlar kıpırdamaz, yapraklar hışırdamaz oluyor. Bir ışık uzuyor türbeden gökyüzüne. Uzuyor,
inceliyor, deliyor adeta gökyüzünün tavanını. Bir alageyik görüyorum sonra.
Nurdan aydın bir yüz çıkıyor geliyor küre’den içimi ısıtan, etrafı aydınlatan
güneşten sıcak bir gülüşle… Bana bakıyor. Ben ona doğru uzanıyorum. O
Alageyiğin çatallı boynuzlarındantutup üstüne biniyor. Hızla gökyüzüne
yükseliyor ve ardında Işıktan tozlar bırakarak gözden kayboluyor.
Zaman
donuyor.
Mekân
donuyor.
Benim
kendi içime olan yolculuğum yeniden başlıyor.
Hiçbir
dağ başı boş değil.
Anlıyorum…
Üstüne
ışık düşen her gölge kaybolur.
Hüseyin
Karataş 26 Eylül 2017 Safranbolu