31 Temmuz 2017 Pazartesi

Her İş annede Biter

Her iş annede biter.
Üç yetişkin kızı olan bir babayım. Ve üç ablanın içinde yetişmiş bir erkek kardeş.

4-12 yaş arasındaki bu çocukları 32 Yaşında dul kalmış bir annen yetiştirmiştir. Gelirimiz olmadığı için, hayatı idame ettirecek faaliyetlerde hepimizin görevi ve sorumlulukları olmuştur. Evde işler cinsiyete göre bölünmez, herkes her işi yapardı.

Veritas marka Alman dikiş makinesinin başına oturduğumda 10 yaşında idim. Kaçak köçek çevirdim pedalları, çok iğne kırmış, çok ip sardırmışımdır. Dayak da yemişimdir tabi.

Çocukluğumda yeni tabirle ergenliğimde güneş hiç yatakta yakalayamamıştır beni ve tabi ailemi. Eklektiğin olmadığı devirlerde kömürle ısınan ütülerde yaka yaka öğrendik ütü yapmayı ve de yanmış yerleri gizli denilen usulle ipliği göstermeden yamamayı. Bu gün yaptığımız jilet gibi keskin ütüler o günleri bakiyesidir.

Alış veriş hep bendedir. İhtiyaçları hep ben görürüm, ödemeler hep benim elimden çıkar. Burda biraz sorun var, ona girmeyelim. Ama sabah kahvaltılarını hep ben hazırlarım. Salatam, rafadan yumurtam, sofra düzenim iştah açar. Yemek ben de değilse de bulaşık bendedir.

Tezgahta kap biriktirmem. Masayı kalkar kalkmaz silerim. Simetri hastalığım vardır, her şey yerli yerinde durmalıdır benim yaşadığım ortamda. Giderken gelirken bile düzeltirim göze batanları ama gerçek hasta değilim.

Ütüler benden sorulur, tüller perdeler benden sorulur. Lavabolar, banyolar ve temizlikleri benden sorulur. Yerleri süpürsem de silmeyi sevmem, o bana zor gelir işte.

Eşimde bir kamu kurumunda çalışır. Bilirim yorgunluğu. Çay istemem, meyve istemem, çerez istemem, içecek istemem. Kalkar alırım, sorarım kendisine getiririm. Ve getirdiklerimi götürürüm. O kızarsa ben susarım. Diyeceğim varsa beklerim yüzünün güldüğü saati, zamanı. Ben kızarsam.... (Ben hiç kızmam, kızamam.
Hala annemle birlikte yaşıyorum. O beni hala düzeltiyor, hala öğüt veriyor, ve bazen de hala azarlıyor. Ve ben ona hala gülümseyerek cevap veriyorum..
Annem, Üç kız kardeşim, eşim ve üç kızım.
Ben bunların arasında yetiştim.

91 yaşındaki annemin ellerinden bir daha öpüyorum. Bizi böyle güzel yetiştirdiği için.
Halbuki o bir ümmi idi. Mektep yüzü görmemişti. Hayat onun öğretmeni olmuş, o da bizim öğretmenimizdi.
Hayatımdaki bu kadınların ruhlarından öpüyorum.
Saygılar...

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Türkün Ergenekon’dan 2. çıkışı

karatas1

     Bugün tarihin tozlu sayfaları arasında biraz gezineceğiz. Unutulmuş ve unutulmaya yüz tutmuş emekleri, alın terini, Türk sanayisinin başat aktörü Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın serencamını biraz hikayemsi, biraz destansı bir dille anlatacağız. Fabrikaların kuruluş hikayesini okuyup incelediğimizde, bütün bir milletin emeğini, çalışkanlığını, umudunu görüyoruz. Çünkü Türk Milleti’nin göz bebeği olan bu kurum, milli sanayimizin de lokomotifliğini üstlenmiştir.

     Demir çelik fabrikaları ile cumhuriyet milli sanayiye yetişmiş insan gücü ve tecrübe kazandırmış;  çalışanların verimliliğini, mutluluğunu arttırmak için bütün beşeri ihtiyaçlarını dikkate alan, çalışanını önce insan yerine koyan yeni bir şehir yaratmıştır: YENİŞEHİR. (Ne yazık ki şehir büyüyüp gelişirken yaratılan yeni şehir örnek model olarak benimsenmemiş ve şehircilikte ikili bir düzen oluşmuştur.) Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın hikayesi aslında cumhuriyet tarihinin daha bir çok hikayesinin özü/özetidir.

     Türk milleti, mavi gözlü sarı saçlı bozkurt Atatürk‘ün liderliğinde gericiliğin, geri kalmışlığın, fakirliğin, güçsüzlüğün ve karanlığın kuşattığı Anadolu’nun makus talihini Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nı kurarak ekonomik olarak da yenmiştir. Atatürk, bir anlamda Türk’ün Ergenekon’dan ikinci çıkışına önderlik etmiştir.(*)

      Türkiye Cumhuriyeti’nin İsmet İNÖNÜ, Celal BAYAR, Fevzi ÇAKMAK gibi değerli yöneticileri de milli sanayimizi tuğla tuğla yükseltmişler ve hedefe  ulaştırmak için üstün gayret sarf etmişlerdir.

     Elleri öpülesi öğretmenlerimizden emekle, kanla, canla yoğrulmuş bu hikayeyi geleceğimizin teminatı çocuklarımıza anlatmalarını ve Türkiye’nin aydınlık yarınlarına destek olmalarını bekleriz.
Girişimci senaristlerimizden, sanatçılarımızdan Ergenekon’dan ikinci çıkış anlamına gelen Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın macerasını şiire konu etmelerini, romanlaştırmalarını, senaryolaştırmalarını, filmleştirmelerini isteriz.

     Karabük Demir Çelik, Türk sanayisinin “Çanakkale”sidir. Olmayan demirle, olmayan kömürle ve sermaye, fen adamı, tecrübe, yetişmiş eleman, insan gücü, sağlık ve ulaşım ihtiyacı eksikliğiyle çıkılan yolda, harcanan mesai, yapılan istişareler, alınan tedbirlerle olmazlar oldurulmuş, yokluğun ve yoksulluğun demir dağı eritilmiş, aydınlığa bir yol açılmıştır.

     Hani Çanakkale şehitleri için demişti ya merhum Akif; “Gömelim gel seni tarihe, desem sığmazsın!” İşte aynen öyle; Kömür ve demir madenlerinde ter döken, can veren, tren yollarında nefessiz kalan, o trenler geçsin diye dağları murçla, çekiçle, kazmayla, kürekle, balyozla delen, bu uğurda yaralanan, sakatlanan, canından olan, eşinden çocuğundan evinden barkından ayrı kalan Türk’ün yiğit evlatlarının her biri  “Seyit Onbaşı”dır gözümüzde.

     Bu hikaye de öyle, sığmaz tarihe. Karabük Demir Çelik Fabrikaları, Türk milli sanayisinin liderliğini yapmış, yurdun pek çok yerinde onlarca fabrikanın kurulmasına öncülük etmiş, ürettikleriyle köprü olmuş, yol olmuş, yurdum insanına sıcak ev olmuş ve ekonomik şartların getirdiği noktada özelleşerek Türk halkının, Türk müteşebbisinin elinde Türk milletine hizmete devam etmiştir.

     Karabükümüzü yöneten mülki amirlerden, mahalli yöneticilerden ve Kardemir’in değerli yöneticileri ile ortaklarından “Karabük Demir Çelik Fabrikaları”nın macerasını yapacakları araştırma, inceleme ve okumalarla önce kendilerinin değerlendirmelerini, sonra her türlü iletişim materyallerini kullanarak özelde Karabük’te yaşayan her yaştan ve her meslekten insanımıza, genelde Türk insanına ulaştırmalarını, bu amaçla projeler ortaya koymalarını, yarışmalar düzenlemelerini, çalışma gurupları oluşturmalarını, şehrimizin ilk ve orta seviyedeki okulları ile Karabük Üniversitemizin öğrencilerini bu çalışmalara paydaş olarak dahil etmelerini umuyor ve bekliyoruz. Bu çalışmaları yapan insanlarımız da takdir edilmeli ve ödüllendirilmelidir. Unutmayalım ki iyi örnekler ödüllendirilmez, hatırlanmaz ise daha iyileri ve yenileri için toplumda istek uyandıramaz ve güç biriktiremeyiz.

iç sayfa 4

25 Şubat 2016 Safranbolu

Not: Bu çalışmada Tarihçi yazar Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU’nun “Türkiye’nin İlk Ağır Sanayi Kenti  KARABÜK” kitabından yararlanılmıştır.
Fotoğraf tasarım: Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU
(*) İfade Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU’na aittir.

Bir dev olmak istersen, Dağlarda şarkı söyle!

karatas

Uzasan, göğe ersen, Cücesin şehirde sen;

Bir dev olmak istersen, Dağlarda şarkı söyle! (NFK)


     “Gönül odalara sığar mı heç?”
demişti şair. Evlerin etrafındaki tahtadan, darabadan, taştan duvarları gördüğünde.

     Biz, bu uçsuz bucaksız gökyüzünü, bu engin yer yüzünü, güzelliğiyle bizi serhoş eden ormanları, kırları, bayırları, kanyonları bırakıp, mezar irisi odalara hapsetmişiz kendimizi. Hiç öğrenememişiz birlikte yaşamayı, dostluğu kardeşliği. Kökleriyle bir kaya parçasını sarıp sarmalayan, adeta kucaklayan ağaca bakıp hiç düşünmemişiz üstünde “Nasıl, neden, niçin?” diye…

karatas2

     Kediler… köpekler… Olmasaydılar, ruhlarımız yalnızlığın rüzgarında üşürdü bilesiniz. Onlardan bile bir şey düşmemiş hissemize. Yaşam alanlarına saldıra saldıra çöp tenekelerinin içine tıktığımız bu hayvanlardan hiç bir şey öğrenememişiz. Halbuki bizim kadar vatandaşı, ortağı değil mi onlarda bu toprakların? Duyulmasaydı sesleri, atmayı bırakmaz mıydı yüreklerimiz?

     Günlük dağdağadan, ihtiraslardan, hırslardan uzaklaşarak, bizi cüceleştiren şehirlerden biraz öte gidebilseydik eğer; Sarıçiçek‘ten, Keltepe‘den, Ömür Ahmet Kıran‘dan, Kepez‘den Sarıkaya‘dan baksaydık dünyaya bir kartal gibi, ruhlarımız özgürleşmez miydi? Mezardaki ölüler gibi gömülmüşüz bir kaç metrelik betonlar arasına, önümüzde televizyonlar, elimizde telefonlar… Üst üste, yan yana, kelepçesiz esirler gibi dizilmiş ruhlarımız raflarda.

karatas3

     Kalkın yataklarınızdan, koltuklarınızdan; nerdeyseniz, neye uzanmışsanız işte orlardan. Stresleriyle baş başa bırakın, terk edin canavar ruhlu şehirleri. Kendinizi dağlara, köylere, bellere atın çoluk çocuğunuzla. Bırakmayın ellerinizi, sevginiz elden ele dolaşıp ısıtsın yüreklerinizi. Bir köy evinin ahşap tokmağına uzanın korkusuz, sizi karşılayan aydınlık yüzü seyredin huzurla. Muhabbetle okşayın bir köpeğin başını, bir kediyi alın omzunuza. Kucaklayın yeni doğmuş bir kuzuyu öpüp yanaklarından, gözlerinden. Dokunun gıdaklayarak kalkan bir tavuğun altındaki sıcak yumurtaya. Yaşamanın farkına, tadına varın. Kölesi değil, efendisi olun zamanın. Ve tadını çıkarın gezdiğiniz mekanın.

     Biliyorum, sizler dağlara çıkmayalı uzun zaman oldu. Uzun zaman oldu Gürleyik‘te, Beştepe‘de, Eşek Düzü‘nde Danaköy‘de, Hızarönü’nde piknik yapmayalı çoluk çocuk. Duymaz oldu kuş seslerini, paslandı kulaklarınız. Şehir aldattı sizi işvesiyle, nazıyla. Hileleri sinsice girdi damarlarınızdan. Siz dosta yad, yada oynaş oldunuz. Dar sokaklara mahkum şimdi ruhlarınız. İsterseniz bakın aynaya, aynada gördüğünüz yüzün gözlerine, göz bebeklerine taa… Çok oldu ışığı söneli, perdesi ineli. Mutluluk döküldü yanaklarınızdan bir eski duvarın boyası gibi.
Yaşayan ölüler gibi dolaşmaktasınız şehrin sokaklarında, caddelerinde şimdi. Geri sarılmaz bir film gibi boşa akıp gidiyor zaman. Çağlayan köpükleri gibi kaybolup gidiyor senin olan sana ait her imkan. Halbuki hayat, uzansanız parmak uçlarınıza değecek kadar yakın. Çevirseniz başınızı, rüzgarını hissedeceğiniz kadar dibinizde.

     Zehirli elmayı ısırmışsınız bir kere. Uyanmanızı beklemek nafile. Lanetli bir kurbağa gibi varaklamaktasınız, eskisi gibi olamayacaksınız ben öpsem bile. İçinizde bir yerlerde o duygular var biliyorum. Biraz üflesem diyorum, külün altındaki ateş yeniden yanar mı? Yansın diye üflüyorum.
Bir yağmur sonrası kapatıp gözlerinizi derin derin çekin içinize çayırın, çimenin, yosunun toprakla harman olmuş kokusunu. Oğlunuzla, kızınızla, eşinizle, aşkınızla tutuşup el ele, yürüyün yalın ayak toprağa değerek hem de. O toprak ki hem maddemiz, hem geçmişimiz, hem geleceğimiz, hem de evimiz. O toprak biziz. Bir yokuşu naralarla inip, bir yamacı tırmanın soluğunuzu kesen nefesle. Bir ağacın gölgesinde dinlenin. Bir yağmurda ıslanın Üstünüz başınız, kirpikleriniz çeşme olsun sevdiğinize, yapışırken birbirine saçlarınız.

     Papatya falı bakarken, yaz güneşinin sarısında yansın ruhunuz, hiç vazgeçmeyin dört yapraklı yoncayı aramaktan. Uzanın kırmızı gelincik tarlalarına, dokunun bir çiçeğe, tırmanın bir ağaca, atlayın bir hendekten, zıplayın bir kayaya. Sıyırın aklın sınırlarından ruhunuzu. Ve bırakın yansın gözlerinizin ışığı bir daha sönmemek üzere bütün canlılığıyla.

karatas6

16 Mart 2016 Safranbolu Hüseyin KARATAŞ

Safranbolu’dan Osmanlı Sarayına – CİNCİ HOCA


!h 3

Safranbolu’dan Osmanlı Sarayına

CİNCİ HOCA


    

     Safranbolu’nun Kuzyaka Köyü’nden okumayı bile doğru dürüst öğrenememiş birinin Osmanlı ailesi ve saltanatın soyunu, Osmanlı Devleti’nin geleceğini ve Safranbolu’nun kaderini bu kadar etkileyeceğini kim bilebilirdi?

h 1h 2

     Safranbolu Kültür ve Turizm Vakfı Tarih Komisyonu aylık kültür buluşmalarının ilkini 05 Mart 2016 tarihinde saat 19.00’da Safranbolu Kültür ve Turizm Vakfı hizmet binasında gerçekleştirdi. Kültür buluşmalarının ilki olan etkinlikte tarihçi ve yazar Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU’nun moderatörlüğünde bölgemizin tanınmış öğretmenlerinden Fatma BATUR, Demet ÇUBUKÇU, Nuri KIRIMLI ve yazar Hür KALYONCU‘nun anlatımlarıyla “Safranbolu’dan Topkapı Sarayı’na Cinci Hoca” konusu çok yönlü olarak irdelendi. Ayrıca soru ve anlatımlarıyla Sayın Şefik DİZDAR, İsmail TIMAR, Mustafa ŞEHİRLİ, İbrahim GÖRKEM, Cemil BELDER, Mehmet Baki DUVAN, Nafiz BAYRAMGİL ve Mehmet GÖKÇÜ çalışmaya katkı sağladılar. Safranbolu’nun tarihi ve kültürel mirasına yakışır bir dinleyici kitlesi, başta
ilerleyen yaşına rağmen Cumhuriyet Kadını Hikmet ŞEYHOĞLU hanımefendi olmak üzere, değerli misafirler sohbeti diri bir şekilde sonuna kadar izleyerek varlıklarıyla çalışmaya değer kattılar.  Öncelikle böyle bir mekanı Safranbolu’ya hizmet binası olarak kazandırdığı, kültür ve turizm çalışmalarını her yönüyle desteklediği için Sayın Şefik DİZDAR’a, bu geceki bu güzel programla bizleri bilgilendiren merakımızı gideren, yeni meraklara kapı aralayan “Kültür Buluşmaları”nın moderatörü Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU ile Tarih Komisyonu üyelerine teşekkür ederiz.

h 4

     Gerçekleştirilen çalışmalarla ilgili olarak Safranbolu Turizm Vakfı Başkanı Şefik DİZDAR: “Bu komitenin çalışmaları neticesinde tespit edilen bilgilerin halkımıza aktarılması bizim için çok büyük bir kazançtır. Hepimiz Cinci Hoca hakkında şu veya bu şekilde bir şeyler biliyoruz. Ama böylesine bir araştırma sonuçlarına ulaşmış değiliz. Gerçekten büyük bir eksikliği gidermiş olacaksınız. Yönetim kurulumuz dışında Danışma Kurulu gibi bu tür çalışmaların ilkini siz gerçekleştiriyorsunuz. Trafik gurubu ve diğer guruplarımız da yaptıkları çalışmaları buna benzer sunumlarla tanıtacaklar.  Gerçekten güzel olacak. Bu yüzden ben sizleri, yaptığınız çalışmalar için tebrik ediyor ve başarılar diliyorum.”

     Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU, Cinci Hoca ile ilgili önceki çalışmalar hakkında bilgiler verdi. 1953 yılında yapılan “Cinci Hoca “ isimli bir filimden bahsederek, toplumun her zaman ilgisini çektiğini, filmin ilk olarak Taksim Sineması‘nda gösterime girdiğini ifade etti. Osmanlı Sarayı ve Osmanlı Hareminin, gerek Fransa, gerek diğer Avrupa devletleri, gerekse bizim için  ilgi çekici olması nedeniyle filmlere, romanlara konu olduğunu, bu filmde de Cinci Hoca karakterinin olumlu ve olumsuz yönleriyle işlendiğini, Osmanlı tarihinde “kötü karakter” olarak yer aldığına dikkat çekti. “Ancak ne olursa olsun sohbetimizde Safranbolu Kuzyaka Köyü‘den  Osmanlı Sarayı’na giden bir hemşehrimizin hayatını anlatacağız.” dedi.

h 5

     “Biz, anlatımımızda Cinci Hoca konulu sohbetin bilimsel dilini kullanmayacağız. Sohbetle ilgili edinimlerimiz ayrı bir yazı konusu olarak arşivimizdeki yerini alacak. Farklı bir bakış açısı ve üslupla sizlere  Cinci Hocayı  ve Safranbolu’ya etkilerin anlatacağız.”H.K

     Etkinliğin başlamasıyla bizler de güneşin batıp, insanların sokaklardan elini eteğini çektiği ve karanlığın bir dizi gölge oyunu ile Safranbolu’yu süslediği ve cinlerin kuytularda oynaştığı, dar sokaklarda cirit attığı bir saatte, Cinci Hoca’nın romanlara, hikayelere filmlere konu olan  serencamını, dinlemek üzere pür dikkat kesildik.

     Yazarlara, çizerlere, sanatçılara, mühendislere, mimarlara, tarihçilere, öğretmenlere, işçilere ve iş adamlarına varıncaya kadar buradaki sohbete toplumun her katmanından yoğun bir katılım vardı. Cumhuriyet’in ve hepimizi ablası, Hikmet Derman ŞEYHOĞLU da aramızda, merakımıza melhem olacak konuşmacıları dinlemek üzere dikkat kesilmiş bir haldeydi. Yine hepimizin abisi Şefik DİZDAR, konuşmacıların yanı başında vakur bir eda ile oturmakta. Konuşmalar, devrin ekonomik tahlilinden sıyrılıp Kuzyaka Köylü  Cinci Hoca’ya, namı diğer Karabaşzade Hüseyin Efendi’ye geldiğinde, bir gölgenin odanın efsunlu havasından sessizce süzülerek bir sandalyeye oturduğunu görür gibi olduk. Sanki kendiyle ilgili bir sohbeti yüzlerce yıl öncesinden merak ederek aramıza gelip yerini almıştı.

     Günümüzde beş altı yaşındaki çocuklar bile kolayca okuyabildiği halde, bir devre yön vermiş Cinci Hoca’nın iddiadır ki 25 yaşına kadar okuma-yazmayı doğru dürüst öğrenememesi, ünlü müderrislerin elinde bile medreselerde başarılı olamaması hepimizi hayretlere düşürdü. Kendisinin emsile‘yi ve bina‘yı bile geçemediğinden bahseder. Emsile Arapça dil kurallarının okutulduğu bir kitaptır. Bina ise bu gramerin ikinci basamağını oluşturur. “Halk arasında  şöyle bir tabir vardır: Benim oğlum bina okur; döner döner yine okur.” Bu başarısız öğrenciler için söylenen bir sözdür ve bizim Hüseyin Efendi’ye de çok uymaktadır. O düzgün bir eğitim almaya uygun fıtratta yaratılmamıştır.

     Cinci Hoca aslında çok zeki,  adı gibi cin fikirliydi. İnsanları kolayca ikna eder ve etkiler, bazı otlardan ilaç yapmayı da bilirdi. Yaygın bir yanlış bilgi olsa da siz sayın ki bütün cinler emrindeydi. Kenzül arş ve Surhubad gibi dualar içeren birtakım kitapları okuyarak onu tanıyanları etkiledi. Zaten kum falına bakmayı ve remil atmayı da bilmekteydi. Yolu Safranbolu’ya düşen Fars’lı bir dilenciden de civr denen gizli bilimlerle ilgili bilgileri öğrenmiş ve gerektiğinde kullanmıştı.

h 6

     Hoca devrinin güçlü kadını padişahın annesi Mahpeyker Kösem Sultan tarafından Osmanlı Hanedanının hayatta kalan tek erkeği Sultan İbrahim’in tedavisine memur edildi. Padişah Cinci Hocanın okumayı bile beceremediği yaş olan 25 yaşına kadar kafes hayatı yaşamış, bu yüzden  ruhsal sorunları olan, cinsel iktidarsızlık çeken biriydi. Diğer doktorların da tedavileri sürmektedir ama sonuç alınamamıştı.  Cinci Hoca’nın ise eski Türk geleneğindeki Şamanlar gibi olağanüstü bir enerjisi vardır. Telkin gücü çok yüksektir. Safrandan ve diğer bitkilerden elde ettiği macunu da eklediğinde Sultan İbrahim’in evlat sahibi olması elzem hale gelir. Nitekim olur da, Padişah İbrahim’in, hem de erkek bir evladı olur. İşte talih yıldızının yükseldiği andır o an; hem Cinci Hoca için Hem de Safranbolu için.

     “Olacak bir kimsenin bahtı kavî, tâlihi yâr/Kehlesi (biti) dahi mahallinde onun işine yarar” demiş ya şair, Cinci Hoca’nın da babasının tembihine uyup mekan değiştirmesi  talihine öyle yar olmuş işte. Hem de az buz bir yar olma durumu değil bu. Bir kere saltanatın kalbinde yer bulmuş kendisine ve devrinin en zengin adamı olmuş üstelik. Zenginlik ne kelime, Karun bile su dökemez eline. Milyon değerinde kaplar kacaklar, keseler dolusu milyon milyon çil çil altınlar, gümüşler, hanlar, hamamlar, saraylar. Talih böylesine yar gidince zevcesi de olmuş üst kademelerden tabi.

h 7Ya

     Safranbolu? minicik bir kasabaydı o devirde. Kösem Sultan tarafından yaptırılan ve Cinci Hoca’ya hediye edilen Cinci Han’dır tarihi değişimin başlangıcı. Anadolu’da çoğu ahşaptan yapılan korunağı ve güvenliği zayıf yapılara nazaran, taş gövdesiyle güçlü, güvenli bir yapı arz eder Cinci Han. Padişahın tedavisinde işe yaradığından Safran bitkisinin de ekimi bölgede ziyadeleşmiş, Urfa’yla yarışır hale gelmiştir. İran ve yakınındaki memleketlerle yapılan ticaretin de önemli uğrak noktasıdır elbette güvenli odaları ve yapısıyla. Safranbolu da ailelerin çoğunun biri erkek biri kız iki çocuklu olmalarının ardında Cinci Hoca’nın tedavi bilgisinin yattığı söylenir. Belki gerçek değildir ama şehrimizden Saraçoğlu, Ali Baba gibi bitkisel tedavi yapan isimlerin de çıkmaya devam etmesi aklımıza bunu düşürüyor doğrusu. Elbette bu konu ilgililerin araştırma alanıdır.
Cinci Han, devrinin  ticari bir itibar merkezidir de. Han tüccarlarının gittikleri her yerde kredisi mevcut, sözleri senettir. Cinci Hoca İstanbul’da zenginleşe dursun, hilatlar, görevler, payeler, makamlar üst üste gelsin, Safranbolu da büyüyüp gelişmektedir. Ticaret, şehrin çehresini değiştirir kısa zamanda. Dericilik güçlü bir sektör olarak adını duyurur. Hanın yanına bir de hamam eklenmiştir. Çok geçmez Köprülü Cami de şehrin başka bir ihtiyacını tamamlar. Evler, konaklar, İstanbul’u aratmayacak güzellikte ve zenginliktedir. İçlerinde yaşanan hayat da elbette. Safranbolu Anadolu’nun tozlu, topraklı, kerpiç duvarlı kasabalarının arasında bir yıldız gibi parlamaktadır. Cinci Hoca gibi Safranbolu’nun ve halkının da kaderi değişmiştir.

h 8

     Çıplak ayakla yürünse bile, taş değmeyecek Arnavut kaldırımlı yolları vardır Safranbolu’nun. Ve billur gibi serin suların aktığı sayısız çeşmeler yer alır süslü kitabeleriyle sokak başlarında. Dantel gibi ince bir işçilikle işlenmiş ahşap tavanlar. Özel odalarda ruha ferahlık veren su şırıltılarının nameye döndüğü havuzlar, taş duvarların ardındaki avlularda yaşanan masalsı hayatlar. Günümüz yazarlarının kayıt altına alarak  kitaplaştırdığı gelenek görenekler… Bağ evleri, Safranbolu’nun yamaçlarına güneşi görmek için saygıyla dizilmiş sarı, beyaz, menekşe renkli mütevazi evler. Ki hiç bir diğerinin önüne geçmez, ışığını kesmez. Arasta çarşısı nasıl da bizden, nasıl da samimi, sanki akrabamız gibi bizi ağırlamakta değil mi?

     Evet Cinci Hoca’nın bir dokunuşu ile olmuştur bütün bunlar. O dokunuşla Safranbolu için yeni bir süreç başlamış ve tılsımlı, büyülü bir dünya kurulmuştur. Bu gün içinde yaşayan bizler bile bu tılsımın ve değişimin baş aktörü Cinci Hoca’nın farkında değiliz. Ya ziyarete gelenler? Kim anlatacak onlara Bir kanyon yarığının üstüne konulmuş Cinci Hanı’nın gövdesi kadar temellerinin de bir sanat şaheseri olduğunu? Batuta Turizm’den başka gösterecek yok mu çeşmelerin en güzeli Çılbır Çeşmesi’nin en mütevazi mahalle ve sokakta bizleri beklediğini? Cinci Han’ın avlusunda kim dillendirecek devrinde en güçlü akçenin “Cinci Hoca Akçesi” olduğunu? Ve kime düşmekte Cinci Han’ın ortasındaki bu gün yok olan küçük mescidin yeniden ihyası? Kim yazacak Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU’ndan başka Safranbolu Gezi Rehberi’ni?

h 9

     Bu şehri gezerken de gezdirirken de Cinci Hoca’nın hakkını vermeliyiz. O belki adını taşıdığı cinler gibi altını, ziyneti çok sevmeseydi,  dünyaya gelmesine vesile olduğu çocuğun padişah cülusu için bir kaç yüz kese altınına kıyabilseydi, günümüzde de örneğini gördüğümüz gibi malı mülkü, müsadere de edilmez, idam da edilmezdi. Halbuki sandıklar dolusu altını vardı. Gece olduğunda altınlarını tek tek temizler, siler, parlatır sayardı. Azaldığında nasıl hesap verecekti nefsine? Değer kaybetmiş akçenin yanında, içindeki yüksek altın oranı ve ışıl ışıl parlayan parası puluyla Osmanlı ülkesinde “Cinci akçesi” ismiyle nam saldı Cinci Hoca. Varın gücünü siz anlayın. O, Osmanlı semalarından günümüz Safranbolu’suna bir yıldız gibi parladı. Şimdi aramızda yok, gündüz olduğundandır belki de(!)

     Latifelerimiz bir yana iyisiyle kötüsüyle bir devre damga vuran hocamız, bilim ve matematikle, hesapla kitapla inşa ettirdiği sarayıyla, hanı, hamamıyla Safranbolu siluetine can vermiş ve bizlerden belki de sadece bir dua ile anılmayı beklemektedir.

     Tüm Safranbolu adına, ruhu şad olsun

09 Mart 2016 Safranbolu Hüseyin KARATAŞ