6 Ekim 2017 Cuma

Karaçağ

Yaşadığımız çağın adıdır kara çağ. Yaşayıp gördüklerimizden sonra en çok bu ad yakışır ona. Mertliğin hepimizin yitiği olduğu, insanlığın kaybolduğu çağın adıdır. Ne çok üzüldük, ne çok ağladık, ne çok öldük biz bu çağda... Ve feryadımız ne çok yankılandı Anadolu’nun kavruk bozkırında. Yalayıp geçti çığlıklarımız, sağır kulakların kepçelerini. Ne irkilip bir bakan oldu, ne dönüp sesimize ses veren.
Yücelmenin gereği, yüceliğin gereğidir yol vermek. Yol vermek gerekir insana. Yol olmak gerekir insanlığa. Bazen kaybederiz, insanı da insanlığı da. Yitiğimizi bulmak için yine insana doğrultmalıyız yönümüzü.
Bulutsuz gecelerde gökyüzünde gördüğümüz, ışık selinden bir donanmadır. Bir ışıklı yoldur bir uçtan öbür uca uzanan. Orda burda şurda gördüğümüz öbek öbek yıldızlar, bin yıllar öncesinin hikâyesini ulaştırır meraklısına. Konuşur, haberleşir adeta.
-Yıldız kaydı! deriz ya hani.
-Biri daha gitti aramızdan…
-Biri daha, ‘Gel!’ denen çağrıya, ‘Geldim!’ diye cevap verdi.
Bize öyle öğretmişlerdi. Çocukluğumuzda böyle işitmiştik büyüklerimizden. Henüz daha koparılmamışken topraktan. Yalınayak oynarken çamurlarda. Henüz daha avuçlarımıza topladığımız fener böceklerinin ışığı, aydınlanıyorken çocuk yüzlerimizi. Çalılıkları mesken edinmiş bülbüllerin sesi, çınlıyorken kulaklarımızda. Gökyüzü ışıklı bir tavan gibi asılı duruyorken tepemizde, öyle öğrenmiştik. Elektrikle daha tanışmamıştı şehirlerimiz, kasabalarımız, köylerimiz. Kandillerin, gaz lambalarının aydınlığı, gölge oyunları ziyafeti verirken bize. Karanlığın hâkimiyeti daha henüz sürerken sokaklarda. Uzansak, tutacakmışız gibi yakın gelen yıldızlar, ruhumuzu aydınlatacak kadar parlakken öyle öğrenmiştik.
İnsan, günlük hayatı kolaylaştırmak uğruna ne zaman bilgiyle kirletti ruhunun penceresini, o günden beri aramaktayız gökyüzünün kaybolan tılsımını. Ruhumuzu yoran şehirlerden kaçmadan, dağ başlarına tırmanmadan, bulutlarla tüllenen zirvelere el değdirmeden o tılsıma kavuşmanın hiç yolu yok. Gecelerimizi süsleyen gökyüzünün o kaybolmuş güzelliğini, şimdi arayan soran var mı? Meçhulümüz.
Ruhunu, dağ başlarında yalnızlıkla emziren iri mezarlar görürüm. İnsandan, köyden, şehirden uzak mezarlar. En tenha yerlerde, en kuytu köşelerde, yolu sarp tepelerde yer tutmuş mezarlar. Niçin burada yaşamışlardı? Niçin burada gömülüydü kimse bilmez. Yalnızlığı geyiklerle, kurtlarla, yıldızlarla bölüşmüş, kimi gazi, kimi şehit, kimi devrine şahit, erenler, göğe eren dedeler. Her biri bir ışık. Her biri yerden göğe, ötelerin ötesine bir aydınlık yol. Demirkazık’ın yeryüzüne düşmüş gölgesi her biri. Ruhu Gök Tanrı’ya ulaşmış ataların, bize bıraktıkları nefesidir belki de onlar.
Yalnızlıkla piştiler. Yalnızlıkla demlenip, olgunlaştılar. Yalnızlıkla doyurdular ruhları. Acının, çilenin, muhabbetin sacayağında yanan ateşte pişerek erdiler maveranın sırrına. Düşene, Tanrı’nın eli oldular dağ başlarında. Yaralı ruhları, küllenmiş bakışları sevgi ile sardılar. Kaçağa barınak oldu ıssızlıkta yer tutmuş ocakları. Aşsıza aş sundu, hastaya ilaçtı verdi.
Başlarında yüzyıllara şahitlik etmiş ulu ağaçlar. Ve tevazu içinde yana eğik duran iri uzun taşlar. Dağ başlarında nöbet tutmaktadır erenlerin yerini işaretler. Kimse sanmasın bu dağ başları, bu vadiler, bu yol çatları sahipsiz…
Bir kurt uluduğunda… Bir çakal ses verdiğinde ötelere... Sert esen rüzgârın nefesi ıslık çaldığında kayalıklarda… Dallar, özgürce dolaşan ruhların önünde eğildiğinde. Yapraklar, hışırdayarak sürtündüğünde birbirine. Bir yılan tıslayarak, kıvrıla kıvrıla uzandığında gecenin karanlığına. Kanat çırptığında bir alıcı kuş yavru tavşana doğru. Uç uç böceği, sessizce konduğunda bir çiçeğin yaprağına. Ve sessiz akan derenin suyunda gevezelik ederken yeşil kurbağa. Bir tarla faresi deliğinden merakla uzatırken başını. Bu dağ başlarının bir sahibi olduğunu bilir. Vaktin, saatin, zamanın bir sahibi olduğunu bilir.
Çam ağaçlarının iğne yapraklarında yer tutan çiğ damlaları, yıldızların ışığını, enerjisini getirir bize. Kaydırak oynar şebnemler bir yaşlı meşenin yapraklarında. Yere düşen, toprakla buluşan sabahın göz yaşında donar zaman. En güzel tablodur seyrettiğimiz gözü olana. Ve sesler, kainatta hiç kaybolmayan, geçmişin sırrı, geleceğin keşfi sesler. Bir büyük senfonidir duymasını bilenlere.
‘’Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor..’’
Demişti Bayrak Şairi. Doğrusu hiçbir tepe boş değil. Her tepenin bir bekleyeni var. Bir düzen vereni, bir kural koyanı var. Dağlarımızı, bellerimizi boş bırakmayan bu insanlar yalnızlıkla beslendiler. Dertlilerin derdi ile büyüdüler. Miskinlerle çoğaldılar, Güzel baktılar, güzel gördüler, güzel söylediler. Güzellikleri çoğalttılar. Güldürdüler yüzleri.  Tanrı’ya yakın oldular hep. Tanrı’dan aldıklarını, gönül aynasından yansıttılar tabiata. Yaratılmışın gönlüne tuttular aynayı. Ne korktular, ne korkuttular. Kandil olup aydınlattılar yeryüzünü, dünden bu güne. Gökyüzüne yol tuttular.
Eskiler, yani yaşı yetenler bunu denemiştir. Gökyüzünün o muhteşem manzarası altında, gündüzün bulutları kovalamış, şekillerine adlar vermiş, hayaller kurmuş, maviliğinde kaybolmuşuzdur sonunda. Öyle hafiflemişizdir ki üflesen kuş tüyü gibi uçacak hale gelmişizdir.
Ya geceler? Geceler anlatılabilir mi? Anlatmaya yetecek ne kelimemiz, ne cümlemiz var heybemizde. Yine de söz söylemeye cesaret edip, gökyüzüne merdiven kurduğumuzla başlayabiliriz lafa.
Kaçımız parmak uzatmamıştır kayan bir yıldıza? Hayalden kurulu sahnenin perdesine tutunup, kaçımız uzanmamıştır bize işmar eden yıldızlara? Bedenimizi yalnız koyup ötelere, ötelerin ötesine kaçımız gitmemiştir. Heybemizde ne çok anı birikmiştir çocukluğumuzdan bu güne. Yeni nesiller neyi kaybettiğini, şehirlerin aldatıcı ışıklarının onlardan neleri alıp götürdüğünü, kaçırıp gizlediğini bilmiyor. Ruhunu bir kez olsun gök adanın memesinden emzirmeyen, hayallerinde yıldızlara merdiven kurup, hamak bağlamayan yaşamış mıdır? O hamdır. O fakirdir. O zayıftır, hemi de eksiktir.
İşte Anadolu’nun aksakallı uluları, velileri, bilicileri Asya’nın bozkırlarında yetişip gelmiştir. Horasan’da eylenmiş, orda bir daha demlenmiş. Sırrın sırrına ermiş. Yaşadığımız topraklarda karar kılmışlardır. Atalar ruhlardan aldıkları ilahi emaneti, yüzyıllar boyu birbirlerine aktara aktara tamamlamışlardır göçlerini. Onlar hesapsız kitapsız öğrenmişlerdi. Yalnızlıkla incelen ruhları yücelmiş, Gök Tanrı’ya yükselmişti. Tanrı’da aldıkları saf enerji ile aydınlatmışlardı dağ başlarını. Onlar varken her canlı hakkını hukukunu bilirdi. Bilmeyene bildirilirdi. Kurt kapmazdı kuzuyu. Eşkıya basmazdı yazıyı. Uğrulanmazdı obalar. Asyanın bozkırlarında yan bakan olmazdı namusa kadına kıza.

Hepimiz Tanrı’nın yolcusuyuz.
Hani ‘Oku!’ demişti elçisine rabbimiz,
O da ‘ Ben okuma bilmem…’ demişti Rabbine hani.
Sonra Tanrı’dan öğrendi kâinatı okumayı. Yerin göğün kozmosun sırlarını. Sevginin dilini, aşkın dilini. Ve Tanrı’dan gelen vahyin sesiyle seslendi insanlara. O sesin enerjisi ile ulaştı yolda kalmışlara, kaybolmuşlara. Tanrı’nın nurunda yanan ruhu, ışık saçtı dört bir yana. Toprak, Ateş, Hava ve Su; sesin enerjisi ile birleşerek Tanrı’nın nurunda sentezlendi, umut oldu insanlığa, aydınlandı tüm dünya.
Bilge insanların peşinden, bilicilerin izinden biz de düştük yollara. Dağlara doğru yürüdük. Dağlara çıktığımızı sanarken, yolun içimize kıvrıldığını gördük. Uzun bir yoldu önümüzde duran. Uzun ince bir yol. Halimizi görmek için, kendimizi görmek için yürüdük gündüz gece. Bazılarımız ‘Ya unutursak!’ diye endişelendi. Dağlara taşlara, mağaralara kazıdı yaşayıp öğrendiklerini. Bir mesaj bırakmak istemişlerdi.
Yeryüzünün kayalıkları at, geyik, dağ keçisi resimleri ile dolmuştu. Resimlerden simgelere, tamgalara, harflere, yazılara geçtik. Bildiğimiz her şey böylece arttı, çoğaldı, büyüdü. Ne var ki, şimdi de Tanrısal olandan uzaklaşmıştık. Oraya buraya savrulup gitmişti ruhlarımız. Gönül çerağımızı uyandırmak için üfleyecek bir ulu nefes kalmamıştı etrafımızda. Kendimize yabancılaşmış yol bulamaz olmuştuk. Ruhlardan yansıyan bilgiler görünmez olmuştu. Puslanmıştı ayna.
Ve dünya kararmıştı.
Şimdi bize düşen; bizi kökümüzden üzen bütün engelleri kaldırmak aradan. Bedeni doğal olmayandan temizlemek. Ruhu esas kaynağından emzirmek. Bizi kirleten ne varsa hemen söküp atmak. Hem de hemen…
Anadolu bin yıllardır sığınağı bütün göçerlerin. İnsan, hayvan, bitki, bin yıllardır Anadolu’nun beşiğinde sallandı. Onun müşfik koynuna sığındı. Onda can buldu. Onda nefes alıp verdi. Onda huzur duydu. Yalnızlığı bilir, kalabalığı tanır Anadolu. Ana kıta Asya’nın bütün tecrübesi, özü, özütü onda saklıdır. Zenginliği, güzelliği onda toplanmıştır. Şairler, ozanlar, filozoflar, bilgeler yetiştirmiştir, ışığı bugün de yüzümüze vuran. Kendi içinde dolaşanlar diyarıdır Anadolu. Kendinde kaybolanların kışlasıdır kavimler göçtüğünde. Çiçeğin bin türlüsü onda açar. Bitkinin bin türlüsü onda hayat bulur. Bırakıp geldiğimiz Asya’nın geniş topraklarında her şeyin bir değeri vardı. Akan suya saygı duyulurdu, durgun göle minnetle bakılırdı. Bindiğimiz atlar kardeşimizdi. Uyuduğumuzda geyiklere, karacalara, kurtlara karışırdı ruhlarımız.
            Bir gün yanlış yaptık ve Tanrının öfkesi kavrayıverdi bizi. Tabiat hırçınlaştı. Gökyüzü artık bizi koruyan bir şal değildi üstümüzde. Yağmurlar fırtınalar kırbaç gibi indi yüzümüze. Kurak yazlar yaktı kavurdu. Soğuk kışlar dondurdu. Asya bozkırlarında bizlere rızık kalmadığını anladık. Dağ, taş, kurt, kuş ‘’Göç!’’ diye seslendi. Göçmek zorunda kaldık. Her geçen gün içimizde büyüyen göç arzusuyla düştük yollara. Çadırlar yıkıldı, obalar toplandı, iller dağıldı. İçimizdeki biliciler her türlü tohumu aldı yanına. Kuşaklarının içini her çeşit meyvenin, bitkinin, çiçeğin tohumuyla doldurdular. Göç yolları boyunca kuşaklarını canları gibi korudular. Hayvanlar kendiliğinden düştü peşimize. Bir bozkurt, yürüdü önümüz sıra. Ardınca Türk boyları, kafilelerle aktı batıya güneşi battığı yere. Yüzyıllarca sürdü yolculuk. Güneş ardımızda günbatımına sürdük atlarımızı kona kalka. Yeni yerler, yani insanlar, yeni canlılar tanıdık. Kız aldık, kız verdik, biraz toparlanıncaya kadar dinlendik. Ama bitmedi yolculuğumuz. Tuna’yı görünceye kadar, serin sularına dalıncaya kadar gittik. Büyük denizlere ulaştık. Yürüdük, yürüdükçe geçti zaman, artık Müslüman olmuştuk. Hayatımız gibi inançlarımız da değişmişti. Çadırlarımızın yerini tahtadan, ahşaptan evler almıştı. Obalar şehirlere dönmüştü. Türk, her rengiyle kim bilir kaçıncı defa Anadolu topraklarındaydı. Anadolu, bir küçük Asya’ydı.
Dinlemesini bilen duyar konuşulanları. Tabiatın bağrında kendiliğinden yetişen ağaçların da bir dili vardır. Kulak verdiğinde fısıltısını duyarsın. Yaprakların arasından besteler akar en güzelinden, rüzgâr estiğinde. Gökyüzü en büyük sahnenin tavanı olur üstümüzde. Ağaçların dalları ritim tutar, Bir kartal, bir baykuş, bir serçe ses verir yandan. Ve gönlümüz bedenden yükselir, kanat çırpar atalar diyarına. Baş eğeriz ardımızda yıldız tarlası gibi bıraktığımız ruhlara.
Ağlayarak gelmiştik dünyaya. Sonraları gülmeyi de öğrendik. Dünyanın bütün dillerinde ağlamak ve gülmek aynıdır. Ortak dilidir insanlığın. Bir de gözler var, hiç konuşmadan bakışıp anlaştığımız.
‘’Yurdumuz burası!’’ dediğimiz bu topraklarda bizden binyıl önce yaşamış insanlar vardı. Yaptıkları her şeyi arkalarında bırakıp gittiler. Bu gün bile muhteşem eserler, izler bıraktılar arkalarında. Kerpiçlere, taşlara, kâğıtlara yazdılar serencamlarını. Onlarla beraber yok olup gitmedi tecrübeleri. Atalardan kalan bilgi; oğulları, kızları kurtarmaya yetmedi. İçlerindeki o büyük enerjiyi bırakıp, bir tek bilgiye güvendiler, yalnız ona dayandılar. Sonra, inançlarını kaybettiler, atalarıyla olan bağları koptu. O Tanrısal bilgiden uzaklaştılar ve yok oldular.
Bizim erenlerimiz, Türk Milleti var olsun diye tuttular dağ başlarını. Atalar inancını yeni tanıştıkları İslam inancı ile birleştirdiler. Karanlık hücrelere kapandılar. O hücrelerde damıtıldı ruhları. Ataların ruhlarına eriştiler. Yol buldular bin yılları bilgisine. Tek Tanrı’ya Gök Tanrı’ya ulaştılar. Saflaştılar, berraklaştılar, bedenden sıyrılıp geçilmez kapılardan geçtiler. Halvet oldular, evrenin kozmik sırlarına erdiler. Erdikleriyle döndüler bize,  ışık oldular karanlığımıza. bu gün bile Dertli gönüllere mutluluk verdiler. Yaralara mehlem oldular.
Onlar, o dağ başlarında nöbet tutarken, biz bu gün bile mutluyuz, huzurluyuz, güçlüyüz. Anadolu’yu gezdikçe görürüz bu ruh adamların başlarında falanca filanca efendi diye yazar. Doğrusu ermiştir, erendir, babadır, dededir. Gayrisi bühtandır. 
Eflani ye Safranbolu istikametinden gelirken, şehrin içinden sağa bir köy yolu ayrılır. On beş kilometre kadar gittiğinizde Küre-i Hadid/Demirli Köyü çıkar karşınıza. Biraz aşağıya vadiye indiğinizde 1451 yılında yapılmış Küre-i Hadid Camiini ve müştemilatını görürsünüz bir de Şeyh Şaban-ı Veli’nin talebesi Mahmut Efendi’ye ait türbe vardır yanı başında. Ahşaptan yapılmış ve kök boyalarla süslenmiş caminin giriş kapısının iki yanında halvet odaları vardır ruhların terbiyesi için.  Sonra pencere altındaki girintilerde sergilenen uzun geyik boynuzları dikkati çeker. Mahmut Efendi’nin türbesinde de vardır geyik boynuzlarından. Dışarıda küçük bir derenin akan suyunun sesi gelir kulağınıza. Bir çeşme takılır gözünüze susayana sebil olsun diye. Bir kenarda bekler, altıgen formda yapılmış bir dibek taşı. Geçmişin bereketinin anılarını saklar içinde. Öyle sessiz, öyle suskun. Az yukarıdaki boşluk gelip giden saillerin miskinlerin yunup yıkandığı hamamın yerini işaretler. Şimdi temelleri bile kaybolmuş. Yine yolu bu kuytuya düşenleri, bu ıssızlığa sığınanların konakladığı küçük yapılardan da bir iz kalmamış.  Karşıki yamaçta bir miskinler mezarlığı olduğunu, bilen biri size söylemese inanmazsınız. Yunus’un dediği gibi ne söylerler ne bir haber verirler. Üstelik başlarında hece taşları da yoktur. Niçin miskinler mezarlığı denmiştir merak konusudur. Taşları niçin yoktur. Kaçak mıdırlar, Kimsesiz midirler, sahipsiz midirler? Bu ıssız kuytuda ne işleri vardır. Nasıl yol düşürmüşlerdir. Nasıl yaşamış, nasıl ölmüşlerdir? Bilinmeyi bekler. Kuzey yamaçlarındaki paslı görüntüler köye de camiye de adını veren demircilik zanaatının izlerini taşır. Artık izi tüzü kalmamış demir ocaklarının şakırtısı çınlatmıyor gök kubbeyi.

Bu ıssız kuytuda her eksik tamamlanmış. Oğuz Ata’nın ruhuyla konuşan, Gök Tanrı’nın bilgisine erişen bir veli,
Tanrı’nın evinin dibinde yer alan barınak, aşevi, hamam ve gücü olanın demiri eritecek, şekillendirecek, insanlığın hizmetine sunacak geçimlerini sağlayacakları ocaklarla, kaçkınlara, göçkünlere, hastalara, dertlilere kol kanat germişti. Sorun hikâyelerini, size anlatsın miskinler mezarlığı.
Yanı başındaki türbede nöbet bekler dedemiz. Gökyüzündeki Demirkazık Yıldızı’nın yere düşmüş gölgesidir o buralarda. Hayatı boyunca yol olmuştur Tanrı’ya ulaşmak isteyenlere. Rehber olmuştur. Çoban Yıldızı gibi kaybolmuşlara yol göstermiştir. Şimdilerde ruhu kol gezmekte bu dağ başlarında, bu vadilerde, bu kuytuluklarda. Tanrı’nın kurduğu nizama kurdun kuşu uymasına gözcülük etmekte. Çam ağaçlarının iğne yaprakları onun sohbetlerini fısıldamakta kulaklara. Miskinler Mezarlığının çalılıkları ondan dinlediklerini anlatmakta hala başı taşsız ölülere. Akan suların şırıltısı onun tesellisini iletmekte bize. Gökadanın bütün yıldızları, içlerinden yere düşen Küre-i Hadid sakinine eğilmiş dinlemekteler sanki.
Ben dibek taşının üstünde oturmuş uzaklara bakıyorum. Seyrederken bu güzelliği dalıp gidiyorum yüzyıllar öncesine. Yusufcuk kuşları susuyor. Böcekler susuyor, akan sular susuyor. Rüzgâr tutuyor nefesini, otlar kıpırdamaz, yapraklar hışırdamaz oluyor.  Bir ışık uzuyor türbeden gökyüzüne. Uzuyor, inceliyor, deliyor adeta gökyüzünün tavanını. Bir alageyik görüyorum sonra. Nurdan aydın bir yüz çıkıyor geliyor küre’den içimi ısıtan, etrafı aydınlatan güneşten sıcak bir gülüşle… Bana bakıyor. Ben ona doğru uzanıyorum. O Alageyiğin çatallı boynuzlarındantutup üstüne biniyor. Hızla gökyüzüne yükseliyor ve ardında Işıktan tozlar bırakarak gözden  kayboluyor.
Zaman donuyor.
Mekân donuyor.
Benim kendi içime olan yolculuğum yeniden başlıyor.
Hiçbir dağ başı boş değil.
Anlıyorum… 

Üstüne ışık düşen her gölge kaybolur.

Hüseyin Karataş 26 Eylül 2017 Safranbolu


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder