28 Ağustos 2018 Salı

Kıratlı yemeni ve mendil

Kıratlı Köyündeyim.
Kıratlı'nın mezarlığı da diğer Anadolu köyleri gibi, köyün hemen girişinde. Fakat ayrı bir özelliği var. Köye girerken sola dönüp bakarsanız her mezarda başucu taşına bağlanmış renk renk mendiller,  yemeniler, yan yatmış toprak testiler görürsünüz. Arada sade mezarlar da var tabi.
Birbirinden farklı oyalarla çevrelenmiş yemeniler örtmekte  kadınların mezar taşlarını. Oyalar emek işi, alın teri, göz nuru. Oyalar renk renk, desen desen, pul pul, boncuk boncuk. Birçok mezarda kat kat olmuş, üst üste bağlanmış. Yetmemiş kimi mezarların başındaki ağaçlar yarı beline kadar sıra sıra yemenilerle donanmış. Kiminde daha sade,  kiminde tabiat gibi canlı, kiminde sırdaşa göz kırpan, işmar eden özel işlemeler.
Erkek mezarları da boş değil. Mendil bağlamışlar hece taşlarına. Mendiller sade, ikiye katlanıp üçgen yapılarak öyle düğümlenmiş mezar başlarına. Bugün hava sıcak. Ağustos böceklerinin cır cır sesleri kulaklarımda. Ara sıra sıcak bir yel dokunuyor sararmış otlara. Ağaçların yaprakları tesbih çeker gibi kımıldıyor. Yemeniler, mendiller sohbete giriyor ardından. Kanatları rüzgârla açılıyor. Pullar boncuklar yanıp dönüyor sonra. Benimle mi, yoksa mezardaki ölüyle mi bilmiyorum, ama konuşuyorlar. Bir sohbetin ortasında kalıyorum.
Kıratlı bir Yörük Köyü. Halk kendini 'Karakeçili' olarak tanımlıyor.

Ben bir zeytin ağacının dibinde oturmuş gölgelenirken ellerinde torbalarla üç kadın girdi mezarlığa. İtina ile basıyorlardı toprağa. Bir tüy hafifliģiyle süzülüyorlardı mezarların arasından. Yukarıda bir yerde durdu üç kadın. Biri altmışında, biri kırkında ve yirmisinde biri. Dikkatle açtılar ellerindeki torbaları. Başına vardıkları mezarı, yapma çiçeklerle süslemeye koyuldular. Çiçekler renk renk boy boy, tohumlar serpildi sonra toprağa. Jelatinli şekerler İtina ile dizildi mermerler üzerine. Yeşil bir dal gibi örülmüş ipe dizilmiş güller gerildi ayakucu taşı ile başucu taşına arasına. Mezar adeta canlandı. Anne-kız ve onun kızı doğruldu üçü birden. Görevlerini yapmanın huzuru yüzlerinde. Gözlerinde sevgi, hasret ve hüzün. Önce başardıkları işe, sonra birbirlerine baktılar. Mutluydular. Anne yerel giysiler içinde, renkler pastel. Kız da yer giysiler içinde, renkler gökkuşağı. Kızın  kızı daha sade. Başta siyah bir eşarp, üstte bej bir gömlek ve altta Sade bir şalvar. Hep birlikte dualarını okudular. Mezarı, bir canlıyı sever gibi sevip okşadılar. Bir canlıyĺa söyleşir gibi hatır sorup yad ettiler eskileri. Görevlerini yerine getirmenin huzuru yüzlerinde, biraz hüzün, biraz hasrete bulanmış bir tebessümle, geldikleri gibi sessizce süzülerek ayrıldılar mezarlıktan.

Ölülerin arasında diri bir ben kaldım Kıratlı Mezarlığında. Onlar toprağın altından ben üstünden sessizlik içinde uzun süre dinledik çevreyi. Çok geçmedi ayak sesleri geldi kulağıma. Başındaki yemeni iyice soluk bir mezara doğru yürüdü yetmiş yaşlarında bir adam. Saygıyla eğildi mezar taşına, rengi atmış yemeniye bir çocuğun yüzünü koşar gibi dokundu, sevdi. Kutsal bir görev yapar gibi cebinden süssüz, oyasız, pulsuz toprak rengine benzer, biraz da mavisi olan bir yazma çıkardı. Annesinin başına bağlar gibi doladı,  düğümledi yemeniyi başucu taşına. Elleri duada, gözleri yarı kapalı dikildi haylice. Elini yüzüne sürdüğünde sokuldum yanına. 
- Allah rahmet etsin! Kiminiz olurdu? dedim.
- Annem... dedi adam. 
- Adınız ne? 
- Hüseyin... 
Ne çok 'Hüseyin' vardı Kıratlı'da.
- Benim adım da Hüseyin, dedim elimi uzatırken.
Her bayram gelirmiş mezarlığa Hüseyin. Bazen girmeden geçip giderken  Fatiha okurmuş anacığına. Başında durduğu mezar anasınınmış. 
- Neden? dedim  sizin yemeniniz diğerleri gibi süslü değil? Renkleri daha soluk, daha sade. Üstelik oyası, pulu boncuğu da yok.
-Yaşlıydı annem. Yaşlıların yemenileri daha sade olur. Oyası olmaz, olsa bile ince olur belli belirsizdir. 
-Peki, dedim.  Niçin bu yemenileri mezar taşlarına bağlıyor sunuz? 
- Onu sevdiğimizi,  unutmadığımızı belli etmek için. Bir de kimse sahipsiz, Kimsesiz demesin diye.
-Haberi var mıdır sizin bu yaptıklarınızdan? 
-Öyle inanıyoruz.
Mezarlıkta ki bazı mezar taşlarını gösterdim, 
- Bak şunda, şunda,  şunda Mendil bağlı, Neden?
- Kadın erkek belli olsun diye.
- Yemeniler niçin farklı farklı? Bazılarının oyası daha güzel. Bazıları daha bir canlı, daha çok emek verilmiş sanki?
-Şu gördüğün, dedi Hüseyin, çok genç ölmüştür. Az İlerde ki mezarda yatan sevdiğine kavuşamamış, muradına erememiştir. Gençlerin başına bağlanan yemeniler, biraz da bunu belli eder. Bu yüzden özenle seçilir.
- Ya şu köşesine oya yapılmış mendil?
- Ha o mu? O da sevdiğine kavuşmadan gitmiştir...
Hüseyin'le sohbet ederek çıktık mezarlıktan, köye doğru ilerledik. Kurban Bayramının birinci günüydü. Meydanda kimseler yok. Herkes evinin avlusunda kurban telaşı içinde. Köy kahvesi kapalı olduğundan çay içme arzumuzu erteledik. Hüseyin'le benden ayrıldıktan sonra, biraz dağa kaldım meydanda. Karşıda Salihler Köyünün bostanları, zeytinlikleri, daha aşağıda Salihleraltı'nın bütün sahili kaplayan yazlıkları ve deniz vardı. Midilli Adası bütün bir sahil boyunca onlarca kilometre uzanarak kaplıyordu ufku. Gelmişken bir kaç fotoğraf çektim. Tekrar mezarlığa doğru yolu tuttum.
Her yörenin mezarlık ziyaretinin yoğun olduğu zamanlar vardır. Biz de arefe günü  öğleden sonra başlar ziyaret, ikindi sonrasında yoğunlaşır. Eğer Ramazan Bayramı ise erkekler bayram namazından sonra hemen eve gelmez. Önce mezar üstüne uğrarlar. Kabir ehli ile selamlaşır,  bayramlaşırlar. Kuranlarını okur,  dualarını yaparlar. Yakın akraba kabirlerini tek tek ziyaret ederler. Bunu yaparken de sırayı saygıyı elden bırakmazlar. Önce ailenin ahirete göçmüş en büyüğünün mezarı başına varılır. Sonra sırasıyla diğer kabirler dolaşılır. Eğer Kurban Bayramı ise birinci günü kurban işlerine ayrılır, kabir ziyareti ikinci güne bazen de üçüncü güne kalır.

Cuma günü hem sabah hem de cumadan sonra mezarlıktaydım. Hem arefe günü hemde Kurban Bayramının birinci ikinci günü defalarca Kıratlı Mezarlığına gittim.
Gördüğüm geleneğin nedenlerini öğrenmem gerekti. Ne kadar çok insanla konuşursam olayın gerçeğine o kadar çok yaklaşabilirdim. Umduğunu bulamadım. Yoğun bir mezar ziyaretine denk gelemedim maalesef .
Kıratlı Köyü Mezarlığında, Orta Asya Kadim Türk Kültüründen bir esintisi var mı?Bilmiyorum.  Mezar taşlarına bağlanan renk renk yemeniler, erkek mendilleri başka mezarlıklarda pek yok. Rüzgarın hareketlendirdiği yemeniler, mendiller birbiriyle konuşur gibi. Sanki Ölülerin iletişim aracı her biri. Kıratlı Köyü'nde bir çok kadın ve erkekle görüştüm. Gördüklerimi kadım bir geleneğe bağlayacak bilgilere ulaşamadım. Yaşı yetmiş,  seksen,  doksanı aşmış kadınların dedikleri hep aynıydı.
- Biz böyle gördük.
- Çocukluğumuzdan beri bu mendiller, bu yemeniler  mezar taşlarına bağlanır.
Niçin bağlandığını tam olarak açıklayabilen çıkmadı. Ben de soruyu tutup kendime sordum. ' Orta Asya Şaman Kültürünün bu güne erişmiş bir izi midir gördüklerim?' Bu soruya 'Evet!' demek güç, 'Hayır!' demek de öyle. Bir ilişki varsa bile o artık belleklerden silinmiş. Bağlantı kopmuş.  Geçmişle bir bağlantısı yoksa bule Kıratlı Köyü Mezarlığı'nda bir gelenek inşa ediliyor bugün. En az yüz yılı aşkın süredir  uygulanan mezar taşlarına mendil ve yemeni bağlama ritüeli ne kadar zaman sonra kültür değerleri arasında kendine yer bulacak? Bunun için kaç on yıl, kaç yüz yıl gerekiyor? Ben bilmiyorum.
Çevresindeki bütün köylerin mezarlıklarından farklı olan Kıratlı Köyü Mezarlığı'nda gözüm rüzgarın etkisiyle sallanan mendilerde,  renk renk yemenilerde. Soruyorum, bu mezarlık niçin diğerlerinden farklı?
Bu soruların cevaplarını sosyal bilimciler, tarihçiler, sosyoloğlar, araştırmacılar bulup verecek. Belki gözümüzün önünde olan cevaplar, ben soruları soramadığım için ortaya çıkmadı, ondan böyle  tıkandım kaldım. Ben üstüme düşeni yaptım. Kıratlı Köyü Halkı ile merak uyandıracak söyleşiler yaptım. Fotoğraflar çektim. arşivlerde yer almasını sağladım. İşin sahiplerini, araştırmacıları sahaya davet ediyorum. Benım sorduğum  ya da soramadığım soruların cevapları için,
-Haydi Kıratlı'ya!
Hüseyin Karataş - 28 Ağustos 2018 GEMLİK



6 Ekim 2017 Cuma

Karaçağ

Yaşadığımız çağın adıdır kara çağ. Yaşayıp gördüklerimizden sonra en çok bu ad yakışır ona. Mertliğin hepimizin yitiği olduğu, insanlığın kaybolduğu çağın adıdır. Ne çok üzüldük, ne çok ağladık, ne çok öldük biz bu çağda... Ve feryadımız ne çok yankılandı Anadolu’nun kavruk bozkırında. Yalayıp geçti çığlıklarımız, sağır kulakların kepçelerini. Ne irkilip bir bakan oldu, ne dönüp sesimize ses veren.
Yücelmenin gereği, yüceliğin gereğidir yol vermek. Yol vermek gerekir insana. Yol olmak gerekir insanlığa. Bazen kaybederiz, insanı da insanlığı da. Yitiğimizi bulmak için yine insana doğrultmalıyız yönümüzü.
Bulutsuz gecelerde gökyüzünde gördüğümüz, ışık selinden bir donanmadır. Bir ışıklı yoldur bir uçtan öbür uca uzanan. Orda burda şurda gördüğümüz öbek öbek yıldızlar, bin yıllar öncesinin hikâyesini ulaştırır meraklısına. Konuşur, haberleşir adeta.
-Yıldız kaydı! deriz ya hani.
-Biri daha gitti aramızdan…
-Biri daha, ‘Gel!’ denen çağrıya, ‘Geldim!’ diye cevap verdi.
Bize öyle öğretmişlerdi. Çocukluğumuzda böyle işitmiştik büyüklerimizden. Henüz daha koparılmamışken topraktan. Yalınayak oynarken çamurlarda. Henüz daha avuçlarımıza topladığımız fener böceklerinin ışığı, aydınlanıyorken çocuk yüzlerimizi. Çalılıkları mesken edinmiş bülbüllerin sesi, çınlıyorken kulaklarımızda. Gökyüzü ışıklı bir tavan gibi asılı duruyorken tepemizde, öyle öğrenmiştik. Elektrikle daha tanışmamıştı şehirlerimiz, kasabalarımız, köylerimiz. Kandillerin, gaz lambalarının aydınlığı, gölge oyunları ziyafeti verirken bize. Karanlığın hâkimiyeti daha henüz sürerken sokaklarda. Uzansak, tutacakmışız gibi yakın gelen yıldızlar, ruhumuzu aydınlatacak kadar parlakken öyle öğrenmiştik.
İnsan, günlük hayatı kolaylaştırmak uğruna ne zaman bilgiyle kirletti ruhunun penceresini, o günden beri aramaktayız gökyüzünün kaybolan tılsımını. Ruhumuzu yoran şehirlerden kaçmadan, dağ başlarına tırmanmadan, bulutlarla tüllenen zirvelere el değdirmeden o tılsıma kavuşmanın hiç yolu yok. Gecelerimizi süsleyen gökyüzünün o kaybolmuş güzelliğini, şimdi arayan soran var mı? Meçhulümüz.
Ruhunu, dağ başlarında yalnızlıkla emziren iri mezarlar görürüm. İnsandan, köyden, şehirden uzak mezarlar. En tenha yerlerde, en kuytu köşelerde, yolu sarp tepelerde yer tutmuş mezarlar. Niçin burada yaşamışlardı? Niçin burada gömülüydü kimse bilmez. Yalnızlığı geyiklerle, kurtlarla, yıldızlarla bölüşmüş, kimi gazi, kimi şehit, kimi devrine şahit, erenler, göğe eren dedeler. Her biri bir ışık. Her biri yerden göğe, ötelerin ötesine bir aydınlık yol. Demirkazık’ın yeryüzüne düşmüş gölgesi her biri. Ruhu Gök Tanrı’ya ulaşmış ataların, bize bıraktıkları nefesidir belki de onlar.
Yalnızlıkla piştiler. Yalnızlıkla demlenip, olgunlaştılar. Yalnızlıkla doyurdular ruhları. Acının, çilenin, muhabbetin sacayağında yanan ateşte pişerek erdiler maveranın sırrına. Düşene, Tanrı’nın eli oldular dağ başlarında. Yaralı ruhları, küllenmiş bakışları sevgi ile sardılar. Kaçağa barınak oldu ıssızlıkta yer tutmuş ocakları. Aşsıza aş sundu, hastaya ilaçtı verdi.
Başlarında yüzyıllara şahitlik etmiş ulu ağaçlar. Ve tevazu içinde yana eğik duran iri uzun taşlar. Dağ başlarında nöbet tutmaktadır erenlerin yerini işaretler. Kimse sanmasın bu dağ başları, bu vadiler, bu yol çatları sahipsiz…
Bir kurt uluduğunda… Bir çakal ses verdiğinde ötelere... Sert esen rüzgârın nefesi ıslık çaldığında kayalıklarda… Dallar, özgürce dolaşan ruhların önünde eğildiğinde. Yapraklar, hışırdayarak sürtündüğünde birbirine. Bir yılan tıslayarak, kıvrıla kıvrıla uzandığında gecenin karanlığına. Kanat çırptığında bir alıcı kuş yavru tavşana doğru. Uç uç böceği, sessizce konduğunda bir çiçeğin yaprağına. Ve sessiz akan derenin suyunda gevezelik ederken yeşil kurbağa. Bir tarla faresi deliğinden merakla uzatırken başını. Bu dağ başlarının bir sahibi olduğunu bilir. Vaktin, saatin, zamanın bir sahibi olduğunu bilir.
Çam ağaçlarının iğne yapraklarında yer tutan çiğ damlaları, yıldızların ışığını, enerjisini getirir bize. Kaydırak oynar şebnemler bir yaşlı meşenin yapraklarında. Yere düşen, toprakla buluşan sabahın göz yaşında donar zaman. En güzel tablodur seyrettiğimiz gözü olana. Ve sesler, kainatta hiç kaybolmayan, geçmişin sırrı, geleceğin keşfi sesler. Bir büyük senfonidir duymasını bilenlere.
‘’Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor..’’
Demişti Bayrak Şairi. Doğrusu hiçbir tepe boş değil. Her tepenin bir bekleyeni var. Bir düzen vereni, bir kural koyanı var. Dağlarımızı, bellerimizi boş bırakmayan bu insanlar yalnızlıkla beslendiler. Dertlilerin derdi ile büyüdüler. Miskinlerle çoğaldılar, Güzel baktılar, güzel gördüler, güzel söylediler. Güzellikleri çoğalttılar. Güldürdüler yüzleri.  Tanrı’ya yakın oldular hep. Tanrı’dan aldıklarını, gönül aynasından yansıttılar tabiata. Yaratılmışın gönlüne tuttular aynayı. Ne korktular, ne korkuttular. Kandil olup aydınlattılar yeryüzünü, dünden bu güne. Gökyüzüne yol tuttular.
Eskiler, yani yaşı yetenler bunu denemiştir. Gökyüzünün o muhteşem manzarası altında, gündüzün bulutları kovalamış, şekillerine adlar vermiş, hayaller kurmuş, maviliğinde kaybolmuşuzdur sonunda. Öyle hafiflemişizdir ki üflesen kuş tüyü gibi uçacak hale gelmişizdir.
Ya geceler? Geceler anlatılabilir mi? Anlatmaya yetecek ne kelimemiz, ne cümlemiz var heybemizde. Yine de söz söylemeye cesaret edip, gökyüzüne merdiven kurduğumuzla başlayabiliriz lafa.
Kaçımız parmak uzatmamıştır kayan bir yıldıza? Hayalden kurulu sahnenin perdesine tutunup, kaçımız uzanmamıştır bize işmar eden yıldızlara? Bedenimizi yalnız koyup ötelere, ötelerin ötesine kaçımız gitmemiştir. Heybemizde ne çok anı birikmiştir çocukluğumuzdan bu güne. Yeni nesiller neyi kaybettiğini, şehirlerin aldatıcı ışıklarının onlardan neleri alıp götürdüğünü, kaçırıp gizlediğini bilmiyor. Ruhunu bir kez olsun gök adanın memesinden emzirmeyen, hayallerinde yıldızlara merdiven kurup, hamak bağlamayan yaşamış mıdır? O hamdır. O fakirdir. O zayıftır, hemi de eksiktir.
İşte Anadolu’nun aksakallı uluları, velileri, bilicileri Asya’nın bozkırlarında yetişip gelmiştir. Horasan’da eylenmiş, orda bir daha demlenmiş. Sırrın sırrına ermiş. Yaşadığımız topraklarda karar kılmışlardır. Atalar ruhlardan aldıkları ilahi emaneti, yüzyıllar boyu birbirlerine aktara aktara tamamlamışlardır göçlerini. Onlar hesapsız kitapsız öğrenmişlerdi. Yalnızlıkla incelen ruhları yücelmiş, Gök Tanrı’ya yükselmişti. Tanrı’da aldıkları saf enerji ile aydınlatmışlardı dağ başlarını. Onlar varken her canlı hakkını hukukunu bilirdi. Bilmeyene bildirilirdi. Kurt kapmazdı kuzuyu. Eşkıya basmazdı yazıyı. Uğrulanmazdı obalar. Asyanın bozkırlarında yan bakan olmazdı namusa kadına kıza.

Hepimiz Tanrı’nın yolcusuyuz.
Hani ‘Oku!’ demişti elçisine rabbimiz,
O da ‘ Ben okuma bilmem…’ demişti Rabbine hani.
Sonra Tanrı’dan öğrendi kâinatı okumayı. Yerin göğün kozmosun sırlarını. Sevginin dilini, aşkın dilini. Ve Tanrı’dan gelen vahyin sesiyle seslendi insanlara. O sesin enerjisi ile ulaştı yolda kalmışlara, kaybolmuşlara. Tanrı’nın nurunda yanan ruhu, ışık saçtı dört bir yana. Toprak, Ateş, Hava ve Su; sesin enerjisi ile birleşerek Tanrı’nın nurunda sentezlendi, umut oldu insanlığa, aydınlandı tüm dünya.
Bilge insanların peşinden, bilicilerin izinden biz de düştük yollara. Dağlara doğru yürüdük. Dağlara çıktığımızı sanarken, yolun içimize kıvrıldığını gördük. Uzun bir yoldu önümüzde duran. Uzun ince bir yol. Halimizi görmek için, kendimizi görmek için yürüdük gündüz gece. Bazılarımız ‘Ya unutursak!’ diye endişelendi. Dağlara taşlara, mağaralara kazıdı yaşayıp öğrendiklerini. Bir mesaj bırakmak istemişlerdi.
Yeryüzünün kayalıkları at, geyik, dağ keçisi resimleri ile dolmuştu. Resimlerden simgelere, tamgalara, harflere, yazılara geçtik. Bildiğimiz her şey böylece arttı, çoğaldı, büyüdü. Ne var ki, şimdi de Tanrısal olandan uzaklaşmıştık. Oraya buraya savrulup gitmişti ruhlarımız. Gönül çerağımızı uyandırmak için üfleyecek bir ulu nefes kalmamıştı etrafımızda. Kendimize yabancılaşmış yol bulamaz olmuştuk. Ruhlardan yansıyan bilgiler görünmez olmuştu. Puslanmıştı ayna.
Ve dünya kararmıştı.
Şimdi bize düşen; bizi kökümüzden üzen bütün engelleri kaldırmak aradan. Bedeni doğal olmayandan temizlemek. Ruhu esas kaynağından emzirmek. Bizi kirleten ne varsa hemen söküp atmak. Hem de hemen…
Anadolu bin yıllardır sığınağı bütün göçerlerin. İnsan, hayvan, bitki, bin yıllardır Anadolu’nun beşiğinde sallandı. Onun müşfik koynuna sığındı. Onda can buldu. Onda nefes alıp verdi. Onda huzur duydu. Yalnızlığı bilir, kalabalığı tanır Anadolu. Ana kıta Asya’nın bütün tecrübesi, özü, özütü onda saklıdır. Zenginliği, güzelliği onda toplanmıştır. Şairler, ozanlar, filozoflar, bilgeler yetiştirmiştir, ışığı bugün de yüzümüze vuran. Kendi içinde dolaşanlar diyarıdır Anadolu. Kendinde kaybolanların kışlasıdır kavimler göçtüğünde. Çiçeğin bin türlüsü onda açar. Bitkinin bin türlüsü onda hayat bulur. Bırakıp geldiğimiz Asya’nın geniş topraklarında her şeyin bir değeri vardı. Akan suya saygı duyulurdu, durgun göle minnetle bakılırdı. Bindiğimiz atlar kardeşimizdi. Uyuduğumuzda geyiklere, karacalara, kurtlara karışırdı ruhlarımız.
            Bir gün yanlış yaptık ve Tanrının öfkesi kavrayıverdi bizi. Tabiat hırçınlaştı. Gökyüzü artık bizi koruyan bir şal değildi üstümüzde. Yağmurlar fırtınalar kırbaç gibi indi yüzümüze. Kurak yazlar yaktı kavurdu. Soğuk kışlar dondurdu. Asya bozkırlarında bizlere rızık kalmadığını anladık. Dağ, taş, kurt, kuş ‘’Göç!’’ diye seslendi. Göçmek zorunda kaldık. Her geçen gün içimizde büyüyen göç arzusuyla düştük yollara. Çadırlar yıkıldı, obalar toplandı, iller dağıldı. İçimizdeki biliciler her türlü tohumu aldı yanına. Kuşaklarının içini her çeşit meyvenin, bitkinin, çiçeğin tohumuyla doldurdular. Göç yolları boyunca kuşaklarını canları gibi korudular. Hayvanlar kendiliğinden düştü peşimize. Bir bozkurt, yürüdü önümüz sıra. Ardınca Türk boyları, kafilelerle aktı batıya güneşi battığı yere. Yüzyıllarca sürdü yolculuk. Güneş ardımızda günbatımına sürdük atlarımızı kona kalka. Yeni yerler, yani insanlar, yeni canlılar tanıdık. Kız aldık, kız verdik, biraz toparlanıncaya kadar dinlendik. Ama bitmedi yolculuğumuz. Tuna’yı görünceye kadar, serin sularına dalıncaya kadar gittik. Büyük denizlere ulaştık. Yürüdük, yürüdükçe geçti zaman, artık Müslüman olmuştuk. Hayatımız gibi inançlarımız da değişmişti. Çadırlarımızın yerini tahtadan, ahşaptan evler almıştı. Obalar şehirlere dönmüştü. Türk, her rengiyle kim bilir kaçıncı defa Anadolu topraklarındaydı. Anadolu, bir küçük Asya’ydı.
Dinlemesini bilen duyar konuşulanları. Tabiatın bağrında kendiliğinden yetişen ağaçların da bir dili vardır. Kulak verdiğinde fısıltısını duyarsın. Yaprakların arasından besteler akar en güzelinden, rüzgâr estiğinde. Gökyüzü en büyük sahnenin tavanı olur üstümüzde. Ağaçların dalları ritim tutar, Bir kartal, bir baykuş, bir serçe ses verir yandan. Ve gönlümüz bedenden yükselir, kanat çırpar atalar diyarına. Baş eğeriz ardımızda yıldız tarlası gibi bıraktığımız ruhlara.
Ağlayarak gelmiştik dünyaya. Sonraları gülmeyi de öğrendik. Dünyanın bütün dillerinde ağlamak ve gülmek aynıdır. Ortak dilidir insanlığın. Bir de gözler var, hiç konuşmadan bakışıp anlaştığımız.
‘’Yurdumuz burası!’’ dediğimiz bu topraklarda bizden binyıl önce yaşamış insanlar vardı. Yaptıkları her şeyi arkalarında bırakıp gittiler. Bu gün bile muhteşem eserler, izler bıraktılar arkalarında. Kerpiçlere, taşlara, kâğıtlara yazdılar serencamlarını. Onlarla beraber yok olup gitmedi tecrübeleri. Atalardan kalan bilgi; oğulları, kızları kurtarmaya yetmedi. İçlerindeki o büyük enerjiyi bırakıp, bir tek bilgiye güvendiler, yalnız ona dayandılar. Sonra, inançlarını kaybettiler, atalarıyla olan bağları koptu. O Tanrısal bilgiden uzaklaştılar ve yok oldular.
Bizim erenlerimiz, Türk Milleti var olsun diye tuttular dağ başlarını. Atalar inancını yeni tanıştıkları İslam inancı ile birleştirdiler. Karanlık hücrelere kapandılar. O hücrelerde damıtıldı ruhları. Ataların ruhlarına eriştiler. Yol buldular bin yılları bilgisine. Tek Tanrı’ya Gök Tanrı’ya ulaştılar. Saflaştılar, berraklaştılar, bedenden sıyrılıp geçilmez kapılardan geçtiler. Halvet oldular, evrenin kozmik sırlarına erdiler. Erdikleriyle döndüler bize,  ışık oldular karanlığımıza. bu gün bile Dertli gönüllere mutluluk verdiler. Yaralara mehlem oldular.
Onlar, o dağ başlarında nöbet tutarken, biz bu gün bile mutluyuz, huzurluyuz, güçlüyüz. Anadolu’yu gezdikçe görürüz bu ruh adamların başlarında falanca filanca efendi diye yazar. Doğrusu ermiştir, erendir, babadır, dededir. Gayrisi bühtandır. 
Eflani ye Safranbolu istikametinden gelirken, şehrin içinden sağa bir köy yolu ayrılır. On beş kilometre kadar gittiğinizde Küre-i Hadid/Demirli Köyü çıkar karşınıza. Biraz aşağıya vadiye indiğinizde 1451 yılında yapılmış Küre-i Hadid Camiini ve müştemilatını görürsünüz bir de Şeyh Şaban-ı Veli’nin talebesi Mahmut Efendi’ye ait türbe vardır yanı başında. Ahşaptan yapılmış ve kök boyalarla süslenmiş caminin giriş kapısının iki yanında halvet odaları vardır ruhların terbiyesi için.  Sonra pencere altındaki girintilerde sergilenen uzun geyik boynuzları dikkati çeker. Mahmut Efendi’nin türbesinde de vardır geyik boynuzlarından. Dışarıda küçük bir derenin akan suyunun sesi gelir kulağınıza. Bir çeşme takılır gözünüze susayana sebil olsun diye. Bir kenarda bekler, altıgen formda yapılmış bir dibek taşı. Geçmişin bereketinin anılarını saklar içinde. Öyle sessiz, öyle suskun. Az yukarıdaki boşluk gelip giden saillerin miskinlerin yunup yıkandığı hamamın yerini işaretler. Şimdi temelleri bile kaybolmuş. Yine yolu bu kuytuya düşenleri, bu ıssızlığa sığınanların konakladığı küçük yapılardan da bir iz kalmamış.  Karşıki yamaçta bir miskinler mezarlığı olduğunu, bilen biri size söylemese inanmazsınız. Yunus’un dediği gibi ne söylerler ne bir haber verirler. Üstelik başlarında hece taşları da yoktur. Niçin miskinler mezarlığı denmiştir merak konusudur. Taşları niçin yoktur. Kaçak mıdırlar, Kimsesiz midirler, sahipsiz midirler? Bu ıssız kuytuda ne işleri vardır. Nasıl yol düşürmüşlerdir. Nasıl yaşamış, nasıl ölmüşlerdir? Bilinmeyi bekler. Kuzey yamaçlarındaki paslı görüntüler köye de camiye de adını veren demircilik zanaatının izlerini taşır. Artık izi tüzü kalmamış demir ocaklarının şakırtısı çınlatmıyor gök kubbeyi.

Bu ıssız kuytuda her eksik tamamlanmış. Oğuz Ata’nın ruhuyla konuşan, Gök Tanrı’nın bilgisine erişen bir veli,
Tanrı’nın evinin dibinde yer alan barınak, aşevi, hamam ve gücü olanın demiri eritecek, şekillendirecek, insanlığın hizmetine sunacak geçimlerini sağlayacakları ocaklarla, kaçkınlara, göçkünlere, hastalara, dertlilere kol kanat germişti. Sorun hikâyelerini, size anlatsın miskinler mezarlığı.
Yanı başındaki türbede nöbet bekler dedemiz. Gökyüzündeki Demirkazık Yıldızı’nın yere düşmüş gölgesidir o buralarda. Hayatı boyunca yol olmuştur Tanrı’ya ulaşmak isteyenlere. Rehber olmuştur. Çoban Yıldızı gibi kaybolmuşlara yol göstermiştir. Şimdilerde ruhu kol gezmekte bu dağ başlarında, bu vadilerde, bu kuytuluklarda. Tanrı’nın kurduğu nizama kurdun kuşu uymasına gözcülük etmekte. Çam ağaçlarının iğne yaprakları onun sohbetlerini fısıldamakta kulaklara. Miskinler Mezarlığının çalılıkları ondan dinlediklerini anlatmakta hala başı taşsız ölülere. Akan suların şırıltısı onun tesellisini iletmekte bize. Gökadanın bütün yıldızları, içlerinden yere düşen Küre-i Hadid sakinine eğilmiş dinlemekteler sanki.
Ben dibek taşının üstünde oturmuş uzaklara bakıyorum. Seyrederken bu güzelliği dalıp gidiyorum yüzyıllar öncesine. Yusufcuk kuşları susuyor. Böcekler susuyor, akan sular susuyor. Rüzgâr tutuyor nefesini, otlar kıpırdamaz, yapraklar hışırdamaz oluyor.  Bir ışık uzuyor türbeden gökyüzüne. Uzuyor, inceliyor, deliyor adeta gökyüzünün tavanını. Bir alageyik görüyorum sonra. Nurdan aydın bir yüz çıkıyor geliyor küre’den içimi ısıtan, etrafı aydınlatan güneşten sıcak bir gülüşle… Bana bakıyor. Ben ona doğru uzanıyorum. O Alageyiğin çatallı boynuzlarındantutup üstüne biniyor. Hızla gökyüzüne yükseliyor ve ardında Işıktan tozlar bırakarak gözden  kayboluyor.
Zaman donuyor.
Mekân donuyor.
Benim kendi içime olan yolculuğum yeniden başlıyor.
Hiçbir dağ başı boş değil.
Anlıyorum… 

Üstüne ışık düşen her gölge kaybolur.

Hüseyin Karataş 26 Eylül 2017 Safranbolu


31 Temmuz 2017 Pazartesi

Her İş annede Biter

Her iş annede biter.
Üç yetişkin kızı olan bir babayım. Ve üç ablanın içinde yetişmiş bir erkek kardeş.

4-12 yaş arasındaki bu çocukları 32 Yaşında dul kalmış bir annen yetiştirmiştir. Gelirimiz olmadığı için, hayatı idame ettirecek faaliyetlerde hepimizin görevi ve sorumlulukları olmuştur. Evde işler cinsiyete göre bölünmez, herkes her işi yapardı.

Veritas marka Alman dikiş makinesinin başına oturduğumda 10 yaşında idim. Kaçak köçek çevirdim pedalları, çok iğne kırmış, çok ip sardırmışımdır. Dayak da yemişimdir tabi.

Çocukluğumda yeni tabirle ergenliğimde güneş hiç yatakta yakalayamamıştır beni ve tabi ailemi. Eklektiğin olmadığı devirlerde kömürle ısınan ütülerde yaka yaka öğrendik ütü yapmayı ve de yanmış yerleri gizli denilen usulle ipliği göstermeden yamamayı. Bu gün yaptığımız jilet gibi keskin ütüler o günleri bakiyesidir.

Alış veriş hep bendedir. İhtiyaçları hep ben görürüm, ödemeler hep benim elimden çıkar. Burda biraz sorun var, ona girmeyelim. Ama sabah kahvaltılarını hep ben hazırlarım. Salatam, rafadan yumurtam, sofra düzenim iştah açar. Yemek ben de değilse de bulaşık bendedir.

Tezgahta kap biriktirmem. Masayı kalkar kalkmaz silerim. Simetri hastalığım vardır, her şey yerli yerinde durmalıdır benim yaşadığım ortamda. Giderken gelirken bile düzeltirim göze batanları ama gerçek hasta değilim.

Ütüler benden sorulur, tüller perdeler benden sorulur. Lavabolar, banyolar ve temizlikleri benden sorulur. Yerleri süpürsem de silmeyi sevmem, o bana zor gelir işte.

Eşimde bir kamu kurumunda çalışır. Bilirim yorgunluğu. Çay istemem, meyve istemem, çerez istemem, içecek istemem. Kalkar alırım, sorarım kendisine getiririm. Ve getirdiklerimi götürürüm. O kızarsa ben susarım. Diyeceğim varsa beklerim yüzünün güldüğü saati, zamanı. Ben kızarsam.... (Ben hiç kızmam, kızamam.
Hala annemle birlikte yaşıyorum. O beni hala düzeltiyor, hala öğüt veriyor, ve bazen de hala azarlıyor. Ve ben ona hala gülümseyerek cevap veriyorum..
Annem, Üç kız kardeşim, eşim ve üç kızım.
Ben bunların arasında yetiştim.

91 yaşındaki annemin ellerinden bir daha öpüyorum. Bizi böyle güzel yetiştirdiği için.
Halbuki o bir ümmi idi. Mektep yüzü görmemişti. Hayat onun öğretmeni olmuş, o da bizim öğretmenimizdi.
Hayatımdaki bu kadınların ruhlarından öpüyorum.
Saygılar...

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Türkün Ergenekon’dan 2. çıkışı

karatas1

     Bugün tarihin tozlu sayfaları arasında biraz gezineceğiz. Unutulmuş ve unutulmaya yüz tutmuş emekleri, alın terini, Türk sanayisinin başat aktörü Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın serencamını biraz hikayemsi, biraz destansı bir dille anlatacağız. Fabrikaların kuruluş hikayesini okuyup incelediğimizde, bütün bir milletin emeğini, çalışkanlığını, umudunu görüyoruz. Çünkü Türk Milleti’nin göz bebeği olan bu kurum, milli sanayimizin de lokomotifliğini üstlenmiştir.

     Demir çelik fabrikaları ile cumhuriyet milli sanayiye yetişmiş insan gücü ve tecrübe kazandırmış;  çalışanların verimliliğini, mutluluğunu arttırmak için bütün beşeri ihtiyaçlarını dikkate alan, çalışanını önce insan yerine koyan yeni bir şehir yaratmıştır: YENİŞEHİR. (Ne yazık ki şehir büyüyüp gelişirken yaratılan yeni şehir örnek model olarak benimsenmemiş ve şehircilikte ikili bir düzen oluşmuştur.) Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın hikayesi aslında cumhuriyet tarihinin daha bir çok hikayesinin özü/özetidir.

     Türk milleti, mavi gözlü sarı saçlı bozkurt Atatürk‘ün liderliğinde gericiliğin, geri kalmışlığın, fakirliğin, güçsüzlüğün ve karanlığın kuşattığı Anadolu’nun makus talihini Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nı kurarak ekonomik olarak da yenmiştir. Atatürk, bir anlamda Türk’ün Ergenekon’dan ikinci çıkışına önderlik etmiştir.(*)

      Türkiye Cumhuriyeti’nin İsmet İNÖNÜ, Celal BAYAR, Fevzi ÇAKMAK gibi değerli yöneticileri de milli sanayimizi tuğla tuğla yükseltmişler ve hedefe  ulaştırmak için üstün gayret sarf etmişlerdir.

     Elleri öpülesi öğretmenlerimizden emekle, kanla, canla yoğrulmuş bu hikayeyi geleceğimizin teminatı çocuklarımıza anlatmalarını ve Türkiye’nin aydınlık yarınlarına destek olmalarını bekleriz.
Girişimci senaristlerimizden, sanatçılarımızdan Ergenekon’dan ikinci çıkış anlamına gelen Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın macerasını şiire konu etmelerini, romanlaştırmalarını, senaryolaştırmalarını, filmleştirmelerini isteriz.

     Karabük Demir Çelik, Türk sanayisinin “Çanakkale”sidir. Olmayan demirle, olmayan kömürle ve sermaye, fen adamı, tecrübe, yetişmiş eleman, insan gücü, sağlık ve ulaşım ihtiyacı eksikliğiyle çıkılan yolda, harcanan mesai, yapılan istişareler, alınan tedbirlerle olmazlar oldurulmuş, yokluğun ve yoksulluğun demir dağı eritilmiş, aydınlığa bir yol açılmıştır.

     Hani Çanakkale şehitleri için demişti ya merhum Akif; “Gömelim gel seni tarihe, desem sığmazsın!” İşte aynen öyle; Kömür ve demir madenlerinde ter döken, can veren, tren yollarında nefessiz kalan, o trenler geçsin diye dağları murçla, çekiçle, kazmayla, kürekle, balyozla delen, bu uğurda yaralanan, sakatlanan, canından olan, eşinden çocuğundan evinden barkından ayrı kalan Türk’ün yiğit evlatlarının her biri  “Seyit Onbaşı”dır gözümüzde.

     Bu hikaye de öyle, sığmaz tarihe. Karabük Demir Çelik Fabrikaları, Türk milli sanayisinin liderliğini yapmış, yurdun pek çok yerinde onlarca fabrikanın kurulmasına öncülük etmiş, ürettikleriyle köprü olmuş, yol olmuş, yurdum insanına sıcak ev olmuş ve ekonomik şartların getirdiği noktada özelleşerek Türk halkının, Türk müteşebbisinin elinde Türk milletine hizmete devam etmiştir.

     Karabükümüzü yöneten mülki amirlerden, mahalli yöneticilerden ve Kardemir’in değerli yöneticileri ile ortaklarından “Karabük Demir Çelik Fabrikaları”nın macerasını yapacakları araştırma, inceleme ve okumalarla önce kendilerinin değerlendirmelerini, sonra her türlü iletişim materyallerini kullanarak özelde Karabük’te yaşayan her yaştan ve her meslekten insanımıza, genelde Türk insanına ulaştırmalarını, bu amaçla projeler ortaya koymalarını, yarışmalar düzenlemelerini, çalışma gurupları oluşturmalarını, şehrimizin ilk ve orta seviyedeki okulları ile Karabük Üniversitemizin öğrencilerini bu çalışmalara paydaş olarak dahil etmelerini umuyor ve bekliyoruz. Bu çalışmaları yapan insanlarımız da takdir edilmeli ve ödüllendirilmelidir. Unutmayalım ki iyi örnekler ödüllendirilmez, hatırlanmaz ise daha iyileri ve yenileri için toplumda istek uyandıramaz ve güç biriktiremeyiz.

iç sayfa 4

25 Şubat 2016 Safranbolu

Not: Bu çalışmada Tarihçi yazar Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU’nun “Türkiye’nin İlk Ağır Sanayi Kenti  KARABÜK” kitabından yararlanılmıştır.
Fotoğraf tasarım: Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU
(*) İfade Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU’na aittir.

Bir dev olmak istersen, Dağlarda şarkı söyle!

karatas

Uzasan, göğe ersen, Cücesin şehirde sen;

Bir dev olmak istersen, Dağlarda şarkı söyle! (NFK)


     “Gönül odalara sığar mı heç?”
demişti şair. Evlerin etrafındaki tahtadan, darabadan, taştan duvarları gördüğünde.

     Biz, bu uçsuz bucaksız gökyüzünü, bu engin yer yüzünü, güzelliğiyle bizi serhoş eden ormanları, kırları, bayırları, kanyonları bırakıp, mezar irisi odalara hapsetmişiz kendimizi. Hiç öğrenememişiz birlikte yaşamayı, dostluğu kardeşliği. Kökleriyle bir kaya parçasını sarıp sarmalayan, adeta kucaklayan ağaca bakıp hiç düşünmemişiz üstünde “Nasıl, neden, niçin?” diye…

karatas2

     Kediler… köpekler… Olmasaydılar, ruhlarımız yalnızlığın rüzgarında üşürdü bilesiniz. Onlardan bile bir şey düşmemiş hissemize. Yaşam alanlarına saldıra saldıra çöp tenekelerinin içine tıktığımız bu hayvanlardan hiç bir şey öğrenememişiz. Halbuki bizim kadar vatandaşı, ortağı değil mi onlarda bu toprakların? Duyulmasaydı sesleri, atmayı bırakmaz mıydı yüreklerimiz?

     Günlük dağdağadan, ihtiraslardan, hırslardan uzaklaşarak, bizi cüceleştiren şehirlerden biraz öte gidebilseydik eğer; Sarıçiçek‘ten, Keltepe‘den, Ömür Ahmet Kıran‘dan, Kepez‘den Sarıkaya‘dan baksaydık dünyaya bir kartal gibi, ruhlarımız özgürleşmez miydi? Mezardaki ölüler gibi gömülmüşüz bir kaç metrelik betonlar arasına, önümüzde televizyonlar, elimizde telefonlar… Üst üste, yan yana, kelepçesiz esirler gibi dizilmiş ruhlarımız raflarda.

karatas3

     Kalkın yataklarınızdan, koltuklarınızdan; nerdeyseniz, neye uzanmışsanız işte orlardan. Stresleriyle baş başa bırakın, terk edin canavar ruhlu şehirleri. Kendinizi dağlara, köylere, bellere atın çoluk çocuğunuzla. Bırakmayın ellerinizi, sevginiz elden ele dolaşıp ısıtsın yüreklerinizi. Bir köy evinin ahşap tokmağına uzanın korkusuz, sizi karşılayan aydınlık yüzü seyredin huzurla. Muhabbetle okşayın bir köpeğin başını, bir kediyi alın omzunuza. Kucaklayın yeni doğmuş bir kuzuyu öpüp yanaklarından, gözlerinden. Dokunun gıdaklayarak kalkan bir tavuğun altındaki sıcak yumurtaya. Yaşamanın farkına, tadına varın. Kölesi değil, efendisi olun zamanın. Ve tadını çıkarın gezdiğiniz mekanın.

     Biliyorum, sizler dağlara çıkmayalı uzun zaman oldu. Uzun zaman oldu Gürleyik‘te, Beştepe‘de, Eşek Düzü‘nde Danaköy‘de, Hızarönü’nde piknik yapmayalı çoluk çocuk. Duymaz oldu kuş seslerini, paslandı kulaklarınız. Şehir aldattı sizi işvesiyle, nazıyla. Hileleri sinsice girdi damarlarınızdan. Siz dosta yad, yada oynaş oldunuz. Dar sokaklara mahkum şimdi ruhlarınız. İsterseniz bakın aynaya, aynada gördüğünüz yüzün gözlerine, göz bebeklerine taa… Çok oldu ışığı söneli, perdesi ineli. Mutluluk döküldü yanaklarınızdan bir eski duvarın boyası gibi.
Yaşayan ölüler gibi dolaşmaktasınız şehrin sokaklarında, caddelerinde şimdi. Geri sarılmaz bir film gibi boşa akıp gidiyor zaman. Çağlayan köpükleri gibi kaybolup gidiyor senin olan sana ait her imkan. Halbuki hayat, uzansanız parmak uçlarınıza değecek kadar yakın. Çevirseniz başınızı, rüzgarını hissedeceğiniz kadar dibinizde.

     Zehirli elmayı ısırmışsınız bir kere. Uyanmanızı beklemek nafile. Lanetli bir kurbağa gibi varaklamaktasınız, eskisi gibi olamayacaksınız ben öpsem bile. İçinizde bir yerlerde o duygular var biliyorum. Biraz üflesem diyorum, külün altındaki ateş yeniden yanar mı? Yansın diye üflüyorum.
Bir yağmur sonrası kapatıp gözlerinizi derin derin çekin içinize çayırın, çimenin, yosunun toprakla harman olmuş kokusunu. Oğlunuzla, kızınızla, eşinizle, aşkınızla tutuşup el ele, yürüyün yalın ayak toprağa değerek hem de. O toprak ki hem maddemiz, hem geçmişimiz, hem geleceğimiz, hem de evimiz. O toprak biziz. Bir yokuşu naralarla inip, bir yamacı tırmanın soluğunuzu kesen nefesle. Bir ağacın gölgesinde dinlenin. Bir yağmurda ıslanın Üstünüz başınız, kirpikleriniz çeşme olsun sevdiğinize, yapışırken birbirine saçlarınız.

     Papatya falı bakarken, yaz güneşinin sarısında yansın ruhunuz, hiç vazgeçmeyin dört yapraklı yoncayı aramaktan. Uzanın kırmızı gelincik tarlalarına, dokunun bir çiçeğe, tırmanın bir ağaca, atlayın bir hendekten, zıplayın bir kayaya. Sıyırın aklın sınırlarından ruhunuzu. Ve bırakın yansın gözlerinizin ışığı bir daha sönmemek üzere bütün canlılığıyla.

karatas6

16 Mart 2016 Safranbolu Hüseyin KARATAŞ

Safranbolu’dan Osmanlı Sarayına – CİNCİ HOCA


!h 3

Safranbolu’dan Osmanlı Sarayına

CİNCİ HOCA


    

     Safranbolu’nun Kuzyaka Köyü’nden okumayı bile doğru dürüst öğrenememiş birinin Osmanlı ailesi ve saltanatın soyunu, Osmanlı Devleti’nin geleceğini ve Safranbolu’nun kaderini bu kadar etkileyeceğini kim bilebilirdi?

h 1h 2

     Safranbolu Kültür ve Turizm Vakfı Tarih Komisyonu aylık kültür buluşmalarının ilkini 05 Mart 2016 tarihinde saat 19.00’da Safranbolu Kültür ve Turizm Vakfı hizmet binasında gerçekleştirdi. Kültür buluşmalarının ilki olan etkinlikte tarihçi ve yazar Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU’nun moderatörlüğünde bölgemizin tanınmış öğretmenlerinden Fatma BATUR, Demet ÇUBUKÇU, Nuri KIRIMLI ve yazar Hür KALYONCU‘nun anlatımlarıyla “Safranbolu’dan Topkapı Sarayı’na Cinci Hoca” konusu çok yönlü olarak irdelendi. Ayrıca soru ve anlatımlarıyla Sayın Şefik DİZDAR, İsmail TIMAR, Mustafa ŞEHİRLİ, İbrahim GÖRKEM, Cemil BELDER, Mehmet Baki DUVAN, Nafiz BAYRAMGİL ve Mehmet GÖKÇÜ çalışmaya katkı sağladılar. Safranbolu’nun tarihi ve kültürel mirasına yakışır bir dinleyici kitlesi, başta
ilerleyen yaşına rağmen Cumhuriyet Kadını Hikmet ŞEYHOĞLU hanımefendi olmak üzere, değerli misafirler sohbeti diri bir şekilde sonuna kadar izleyerek varlıklarıyla çalışmaya değer kattılar.  Öncelikle böyle bir mekanı Safranbolu’ya hizmet binası olarak kazandırdığı, kültür ve turizm çalışmalarını her yönüyle desteklediği için Sayın Şefik DİZDAR’a, bu geceki bu güzel programla bizleri bilgilendiren merakımızı gideren, yeni meraklara kapı aralayan “Kültür Buluşmaları”nın moderatörü Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU ile Tarih Komisyonu üyelerine teşekkür ederiz.

h 4

     Gerçekleştirilen çalışmalarla ilgili olarak Safranbolu Turizm Vakfı Başkanı Şefik DİZDAR: “Bu komitenin çalışmaları neticesinde tespit edilen bilgilerin halkımıza aktarılması bizim için çok büyük bir kazançtır. Hepimiz Cinci Hoca hakkında şu veya bu şekilde bir şeyler biliyoruz. Ama böylesine bir araştırma sonuçlarına ulaşmış değiliz. Gerçekten büyük bir eksikliği gidermiş olacaksınız. Yönetim kurulumuz dışında Danışma Kurulu gibi bu tür çalışmaların ilkini siz gerçekleştiriyorsunuz. Trafik gurubu ve diğer guruplarımız da yaptıkları çalışmaları buna benzer sunumlarla tanıtacaklar.  Gerçekten güzel olacak. Bu yüzden ben sizleri, yaptığınız çalışmalar için tebrik ediyor ve başarılar diliyorum.”

     Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU, Cinci Hoca ile ilgili önceki çalışmalar hakkında bilgiler verdi. 1953 yılında yapılan “Cinci Hoca “ isimli bir filimden bahsederek, toplumun her zaman ilgisini çektiğini, filmin ilk olarak Taksim Sineması‘nda gösterime girdiğini ifade etti. Osmanlı Sarayı ve Osmanlı Hareminin, gerek Fransa, gerek diğer Avrupa devletleri, gerekse bizim için  ilgi çekici olması nedeniyle filmlere, romanlara konu olduğunu, bu filmde de Cinci Hoca karakterinin olumlu ve olumsuz yönleriyle işlendiğini, Osmanlı tarihinde “kötü karakter” olarak yer aldığına dikkat çekti. “Ancak ne olursa olsun sohbetimizde Safranbolu Kuzyaka Köyü‘den  Osmanlı Sarayı’na giden bir hemşehrimizin hayatını anlatacağız.” dedi.

h 5

     “Biz, anlatımımızda Cinci Hoca konulu sohbetin bilimsel dilini kullanmayacağız. Sohbetle ilgili edinimlerimiz ayrı bir yazı konusu olarak arşivimizdeki yerini alacak. Farklı bir bakış açısı ve üslupla sizlere  Cinci Hocayı  ve Safranbolu’ya etkilerin anlatacağız.”H.K

     Etkinliğin başlamasıyla bizler de güneşin batıp, insanların sokaklardan elini eteğini çektiği ve karanlığın bir dizi gölge oyunu ile Safranbolu’yu süslediği ve cinlerin kuytularda oynaştığı, dar sokaklarda cirit attığı bir saatte, Cinci Hoca’nın romanlara, hikayelere filmlere konu olan  serencamını, dinlemek üzere pür dikkat kesildik.

     Yazarlara, çizerlere, sanatçılara, mühendislere, mimarlara, tarihçilere, öğretmenlere, işçilere ve iş adamlarına varıncaya kadar buradaki sohbete toplumun her katmanından yoğun bir katılım vardı. Cumhuriyet’in ve hepimizi ablası, Hikmet Derman ŞEYHOĞLU da aramızda, merakımıza melhem olacak konuşmacıları dinlemek üzere dikkat kesilmiş bir haldeydi. Yine hepimizin abisi Şefik DİZDAR, konuşmacıların yanı başında vakur bir eda ile oturmakta. Konuşmalar, devrin ekonomik tahlilinden sıyrılıp Kuzyaka Köylü  Cinci Hoca’ya, namı diğer Karabaşzade Hüseyin Efendi’ye geldiğinde, bir gölgenin odanın efsunlu havasından sessizce süzülerek bir sandalyeye oturduğunu görür gibi olduk. Sanki kendiyle ilgili bir sohbeti yüzlerce yıl öncesinden merak ederek aramıza gelip yerini almıştı.

     Günümüzde beş altı yaşındaki çocuklar bile kolayca okuyabildiği halde, bir devre yön vermiş Cinci Hoca’nın iddiadır ki 25 yaşına kadar okuma-yazmayı doğru dürüst öğrenememesi, ünlü müderrislerin elinde bile medreselerde başarılı olamaması hepimizi hayretlere düşürdü. Kendisinin emsile‘yi ve bina‘yı bile geçemediğinden bahseder. Emsile Arapça dil kurallarının okutulduğu bir kitaptır. Bina ise bu gramerin ikinci basamağını oluşturur. “Halk arasında  şöyle bir tabir vardır: Benim oğlum bina okur; döner döner yine okur.” Bu başarısız öğrenciler için söylenen bir sözdür ve bizim Hüseyin Efendi’ye de çok uymaktadır. O düzgün bir eğitim almaya uygun fıtratta yaratılmamıştır.

     Cinci Hoca aslında çok zeki,  adı gibi cin fikirliydi. İnsanları kolayca ikna eder ve etkiler, bazı otlardan ilaç yapmayı da bilirdi. Yaygın bir yanlış bilgi olsa da siz sayın ki bütün cinler emrindeydi. Kenzül arş ve Surhubad gibi dualar içeren birtakım kitapları okuyarak onu tanıyanları etkiledi. Zaten kum falına bakmayı ve remil atmayı da bilmekteydi. Yolu Safranbolu’ya düşen Fars’lı bir dilenciden de civr denen gizli bilimlerle ilgili bilgileri öğrenmiş ve gerektiğinde kullanmıştı.

h 6

     Hoca devrinin güçlü kadını padişahın annesi Mahpeyker Kösem Sultan tarafından Osmanlı Hanedanının hayatta kalan tek erkeği Sultan İbrahim’in tedavisine memur edildi. Padişah Cinci Hocanın okumayı bile beceremediği yaş olan 25 yaşına kadar kafes hayatı yaşamış, bu yüzden  ruhsal sorunları olan, cinsel iktidarsızlık çeken biriydi. Diğer doktorların da tedavileri sürmektedir ama sonuç alınamamıştı.  Cinci Hoca’nın ise eski Türk geleneğindeki Şamanlar gibi olağanüstü bir enerjisi vardır. Telkin gücü çok yüksektir. Safrandan ve diğer bitkilerden elde ettiği macunu da eklediğinde Sultan İbrahim’in evlat sahibi olması elzem hale gelir. Nitekim olur da, Padişah İbrahim’in, hem de erkek bir evladı olur. İşte talih yıldızının yükseldiği andır o an; hem Cinci Hoca için Hem de Safranbolu için.

     “Olacak bir kimsenin bahtı kavî, tâlihi yâr/Kehlesi (biti) dahi mahallinde onun işine yarar” demiş ya şair, Cinci Hoca’nın da babasının tembihine uyup mekan değiştirmesi  talihine öyle yar olmuş işte. Hem de az buz bir yar olma durumu değil bu. Bir kere saltanatın kalbinde yer bulmuş kendisine ve devrinin en zengin adamı olmuş üstelik. Zenginlik ne kelime, Karun bile su dökemez eline. Milyon değerinde kaplar kacaklar, keseler dolusu milyon milyon çil çil altınlar, gümüşler, hanlar, hamamlar, saraylar. Talih böylesine yar gidince zevcesi de olmuş üst kademelerden tabi.

h 7Ya

     Safranbolu? minicik bir kasabaydı o devirde. Kösem Sultan tarafından yaptırılan ve Cinci Hoca’ya hediye edilen Cinci Han’dır tarihi değişimin başlangıcı. Anadolu’da çoğu ahşaptan yapılan korunağı ve güvenliği zayıf yapılara nazaran, taş gövdesiyle güçlü, güvenli bir yapı arz eder Cinci Han. Padişahın tedavisinde işe yaradığından Safran bitkisinin de ekimi bölgede ziyadeleşmiş, Urfa’yla yarışır hale gelmiştir. İran ve yakınındaki memleketlerle yapılan ticaretin de önemli uğrak noktasıdır elbette güvenli odaları ve yapısıyla. Safranbolu da ailelerin çoğunun biri erkek biri kız iki çocuklu olmalarının ardında Cinci Hoca’nın tedavi bilgisinin yattığı söylenir. Belki gerçek değildir ama şehrimizden Saraçoğlu, Ali Baba gibi bitkisel tedavi yapan isimlerin de çıkmaya devam etmesi aklımıza bunu düşürüyor doğrusu. Elbette bu konu ilgililerin araştırma alanıdır.
Cinci Han, devrinin  ticari bir itibar merkezidir de. Han tüccarlarının gittikleri her yerde kredisi mevcut, sözleri senettir. Cinci Hoca İstanbul’da zenginleşe dursun, hilatlar, görevler, payeler, makamlar üst üste gelsin, Safranbolu da büyüyüp gelişmektedir. Ticaret, şehrin çehresini değiştirir kısa zamanda. Dericilik güçlü bir sektör olarak adını duyurur. Hanın yanına bir de hamam eklenmiştir. Çok geçmez Köprülü Cami de şehrin başka bir ihtiyacını tamamlar. Evler, konaklar, İstanbul’u aratmayacak güzellikte ve zenginliktedir. İçlerinde yaşanan hayat da elbette. Safranbolu Anadolu’nun tozlu, topraklı, kerpiç duvarlı kasabalarının arasında bir yıldız gibi parlamaktadır. Cinci Hoca gibi Safranbolu’nun ve halkının da kaderi değişmiştir.

h 8

     Çıplak ayakla yürünse bile, taş değmeyecek Arnavut kaldırımlı yolları vardır Safranbolu’nun. Ve billur gibi serin suların aktığı sayısız çeşmeler yer alır süslü kitabeleriyle sokak başlarında. Dantel gibi ince bir işçilikle işlenmiş ahşap tavanlar. Özel odalarda ruha ferahlık veren su şırıltılarının nameye döndüğü havuzlar, taş duvarların ardındaki avlularda yaşanan masalsı hayatlar. Günümüz yazarlarının kayıt altına alarak  kitaplaştırdığı gelenek görenekler… Bağ evleri, Safranbolu’nun yamaçlarına güneşi görmek için saygıyla dizilmiş sarı, beyaz, menekşe renkli mütevazi evler. Ki hiç bir diğerinin önüne geçmez, ışığını kesmez. Arasta çarşısı nasıl da bizden, nasıl da samimi, sanki akrabamız gibi bizi ağırlamakta değil mi?

     Evet Cinci Hoca’nın bir dokunuşu ile olmuştur bütün bunlar. O dokunuşla Safranbolu için yeni bir süreç başlamış ve tılsımlı, büyülü bir dünya kurulmuştur. Bu gün içinde yaşayan bizler bile bu tılsımın ve değişimin baş aktörü Cinci Hoca’nın farkında değiliz. Ya ziyarete gelenler? Kim anlatacak onlara Bir kanyon yarığının üstüne konulmuş Cinci Hanı’nın gövdesi kadar temellerinin de bir sanat şaheseri olduğunu? Batuta Turizm’den başka gösterecek yok mu çeşmelerin en güzeli Çılbır Çeşmesi’nin en mütevazi mahalle ve sokakta bizleri beklediğini? Cinci Han’ın avlusunda kim dillendirecek devrinde en güçlü akçenin “Cinci Hoca Akçesi” olduğunu? Ve kime düşmekte Cinci Han’ın ortasındaki bu gün yok olan küçük mescidin yeniden ihyası? Kim yazacak Mehmet KÜTÜKÇÜOĞLU’ndan başka Safranbolu Gezi Rehberi’ni?

h 9

     Bu şehri gezerken de gezdirirken de Cinci Hoca’nın hakkını vermeliyiz. O belki adını taşıdığı cinler gibi altını, ziyneti çok sevmeseydi,  dünyaya gelmesine vesile olduğu çocuğun padişah cülusu için bir kaç yüz kese altınına kıyabilseydi, günümüzde de örneğini gördüğümüz gibi malı mülkü, müsadere de edilmez, idam da edilmezdi. Halbuki sandıklar dolusu altını vardı. Gece olduğunda altınlarını tek tek temizler, siler, parlatır sayardı. Azaldığında nasıl hesap verecekti nefsine? Değer kaybetmiş akçenin yanında, içindeki yüksek altın oranı ve ışıl ışıl parlayan parası puluyla Osmanlı ülkesinde “Cinci akçesi” ismiyle nam saldı Cinci Hoca. Varın gücünü siz anlayın. O, Osmanlı semalarından günümüz Safranbolu’suna bir yıldız gibi parladı. Şimdi aramızda yok, gündüz olduğundandır belki de(!)

     Latifelerimiz bir yana iyisiyle kötüsüyle bir devre damga vuran hocamız, bilim ve matematikle, hesapla kitapla inşa ettirdiği sarayıyla, hanı, hamamıyla Safranbolu siluetine can vermiş ve bizlerden belki de sadece bir dua ile anılmayı beklemektedir.

     Tüm Safranbolu adına, ruhu şad olsun

09 Mart 2016 Safranbolu Hüseyin KARATAŞ