12 Nisan 2013 Cuma



YANLIŞ KARAR


            Saatlerdir delmek istercesine diktiği gözlerini duvardan çekip aldı. Kendini zorladı, uzandığı yerden doğrulmak istedi ama başaramadı. Sağ yanı boydan boya uyuşmuştu. Katlayıp yere uzattığı atkıda fayda etmiyordu herhalde. Bir daha, bir daha denedi, bu sefer olmuştu. Ayakları yattığı beton zemine uzanmış bir halde bir müddet bekledi. Sonra yüzünde ekşi, mutsuz bir ifade uzun uzun gerindi, kendini geriye doğru uzunca esnetti. Sanki bütün kemiklerini bir bir yerine yerleştiriyor gibiydi. Ellerini önce yumduk yaptı birkaç kere yumruğunu sıkıp gevşetti. Parmaklarını birbirine geçirerek kollarını ileriye doğru uzattı. Omuzları geriye doğru atarak uzunca bir süre gerindi. Sonra ellerini önce omzuna sonra daha aşağı doğru uzanarak kalçasına baldırlarına kısa temaslarla vurdu vurdu vurdu. Peşinden bastıra bastıra ovaladı. Dayanamadı, kendine bu yaşadıkları gerçek mi dercesine birkaç da çimdik attı. Uyuşukluk yerini pire ısırıklarına benzeyen karıncalanmalara bırakmıştı. Vücudunun her hücresi yeniden canlanıyor ve hayat buluyor gibiydi.
            Birkaç kez ayağa kalmayı denediyse de başarılı olamadı. Önce dizlerinin üstüne dikildi. Ardından iki avucunu yere kuvvetlice dayayarak, zeminden aldığı güçle kendini yukarı doğru attı. Sonunda başarmıştı. Ayakta idi işte. Yaşadıklarına inanamamış bir çehre ile söylendi bir müddet. “Herhalde kötü bir rüya görüyorum.” diye mırıldandı, belli belirsiz. Hücrenin insanın kanını donduran soğuğu, aklını da yerine getirmişti diğer yandan. Burnunun direğini sızlatan sidik kokusu, küf kokusu birleşerek, sanki onu silkeleyip uyandırmıştı. Bu soğuk, kirli ve kokulu hücre; “Ben gerçeğim, sen de benim elimdesin, kurtuluşun yok.” der gibiydi. Bu hücreye ilk girdiğinde hiçbir şeyi seçememişti önce. Koyu bir karanlık onu kuşatmış, tümüyle teslim almış sanki. Zaman biraz ilerleyince gözleri de karanlığa alışmış, bastığı yerleri seçer olmuştu artık. Sev-i tabi gibi bir o yana, bir bu yana yürüdüğünü sonradan fark etti. Birden volta atarken buldu kendini o tabut gibi uzun ve dar hücrede. Beş adım. Küçücük beş adımda bitiyordu hücre. Sonra dön geri. Bir daha, bir daha, bir daha, bir daha geri… Tâ ki yoruluncaya, dermansız kalıncaya kadar. Soğuk kanını donduruyordu. Bir de şu pis koku… Bir ürperme geldi içine,  vücudundaki bütün tüyler dikeldi önce, uzunca bir süre titredi, sonra yavaşça uzandığı biraz önce kalktığı zemine doğru ve yere katlayarak serdiği atkısın alıp, usulca boynuna doladı.
            Dışarıdaki hayatı, annesini, kardeşlerini düşündü... Onlar, başına gelenlerden habersiz, gündelik işlerinin telaşı içinde olmalıydılar. Birçoğu evlerinde sıcak sobalarının başında ve yumuşak koltuklarında televizyon seyrediyor, çaylarını yudumluyorlardı. O ise uykusuz gözlerle, eksi otuz derece soğukta, şu pis kokulu hücrede metabolizmasının direnç sınırlarını ölçüyor gibiydi. Kandili sönmüş bir çift donuk göz,  önce bulunduğu hücrenin parmaklıkların arasında süzüldü, peşinden soğuk havaya karışarak kendini Marmara’nın güzel, ılıman iklimine ışınladı çekip götürdü sanki. Ama bu muhaldi. Muhalden de öte.
            Bu mezar irisi yere gireli bir hafta olmuştu. Ona bir asır gibi geldi. Zaman kavramı soğuk betonda donup kalmıştı. Buranın dışarısını hayal bile edemiyordu. Burada doğmuş, burada yaşamış ve ölecekmiş hissi nefesini kesmiş adeta kilitlemişti. Yarına ait her şey bir nefes duman gibi boşluğa savrulmuştu. Yarınları o duman gibi helozonik bir kıvrılmayla tavana doğru yükseliyor, orda seyrekleşiyor ve kaybolup gidiyordu. İçi burkuluverdi. Adımlarına baktı, hep aynı noktaya denk geliyordu. Nezarethanede bulunduğu üç beş günde, beş adım atmaya ayarlı mekanik bir makine olup çıkmıştı.
            Aklına bir türlü sığdıramıyordu. İdrakine çatlatırcasına zorladı. Yine de neden buranda olduğunun cevabını bulamadı. “Neden! Neden!” diye söylendi. Ağsından mırıltı halinde çıkan kelimeler, hücrenin karanlık zemininde dağıldı gitti. Karanlık o basit mırıltıyı bile sünger gibi emmiş ve ortalığı sessizliğe mahkûm etmişti sanki.
            Görev yaptığı köyü düşündü sonra, hafta sonu okulu düğün için açmıştı. Akşamın alacalığında lojmana çekilmiş, üç öğün tekrarladığı akşam kahvaltısını yapıyordu. Okul sıralarından oluşturduğu masada, gazete kâğıtlarından masa örtüsü gibi düzenlediği zemin üzerinde çay, ekmek, peynir ve zeytin arzı endam ederdi çoğu zaman. Evi hayal meyal geçti gözlerinin önünden. Gözlerini yumdu. Derin bir iç çekti. Memleketinin dağını, taşını içine sindirir gibi bir müddet öylece bekledi.
            Kapının açılışıyla kendine geldi. Gözleri sigaranın dumanda, çayını bir kez daha yudumlarken;
            —Gel! Diye seslendi.
Küçük çocuk:
—Öğretmenim, jandarmalar sizi soruyorlar. Muhtar emmim, hazırlıklı olsun öğretmen dedi. Sözünü bitirdiğinde nefes nefese kalmıştı öğrencisi. Şaşırdı, jandarmalarla ne işi olabilirdi ki?
Okulun kapısından dışarı çıktı. Gitti, merdivenin sahanlığında durdu, gözünü köyün aşağılarına doğru gezdirdi. Sigarasının tazelerken, gelenlere doğru baktı. Güneş, ufku kırmızıya boyayan büyük bir top gibiydi. Gölgeler en uzun noktaya vuruyordu sanki. Bir teğmen, bir başçavuş ve dört er muhtarla beraber lojmanı doğrulamış geliyorlardı. İyice yaklaştıklarında komutan selam verdi.”Aleykümselâm!” diye karşıladı selamı. Ardından “hoş geldiniz.” diye ekledi hemen. Bir kâğıt uzata ona doğru komutan; “Hocam, hakkınızda arama ve tutuklama kararı var. Müsaade eder misiniz lojmana bir bakalım.” dedi. Duyduklarına inanamadı önce, bir irkildi, gözleri kısıldı, dudakları buruldu. Sonra topladı kendini,
—Tabi buyurun. Buyurun arayın, dedi. Kelimeler dudaklarının arasından kırık dökük çıkmıştı. Ama gülmeden de edemedi. Şu köşeye saklanmış gibi duran valiz ve yanmaya hazırlamış kırık üç beş odun parçası olmasa çırıl çıplak sayılacak bir lojmanda neyi arayıp, neyi bulacaklardı. Askerlerden biri komutana yaklaştı,
—Herhangi bir suç unsuru bulamadık komutanım, dedi.
Gözü teğmenin ona uzattığı arama ve tutuklama emrine ilişti. Okudukça hayreti arttı, okudukça rengi değişti. Neler yazıyordu böyle? Bunlar ne biçim iddialardı? Döndü, teğmenin yüzene baktı. Bir açıklama yapmak ister gibi dudakları kıpırdadı. Ama bir şey duyulmadı. O konuştuğunu zannediyordu ama o kadardı işte. Konuşamamıştı bile. Onunu yüzüne vuran içindeki fırtınayı sezen komutan;
—Muhakkak bir yanlışlık olmuştur hocam, düzelir inşallah. Biz vazifemizi yapalım da sizin suçsuzluğunuz bir an önce ortaya çıksın, dedi.
Dağ başına göçmüştü sanki. Görev yaptığı Kırık Köyü’nün hanları gibi yıkılmıştı gönlü. Rüyadaymış gibi sessizce valizini topladı. Valiz dediğin ne ki. Üç beş parça çamaşırdan ibaretti. Uzun Selanik örgüsü atkısını omzuna attı, boynuna doladı ve komutana doğru yürüdü.
—Tamam, dedi, gidebiliriz.
Bir jandarma eri elinde kelepçe ile kendine doğru yaşlaştı,  anladı tiyatro tamamlanmalı idi. Kollarını askere doğru uzattı. İçi çelik halka bileklerine geçti, “Klik” diye bir madeni ses duyuldu ardından. Kurşun yemiş gibi, sarsıldı, sendeledi. “Bu ne utanç?” dedi içinden, “Bu ne çirkin bir durum yarabbi!” İki jandarma erinin arasında askeri araca doğru yürürken, ne olduğunu, niçin olduğunu kavramaya çalışan köy muhtarına yarım dönerek:
—Aileme haber salın, dedi. Aslında dedi mi demedi mi kendi bile anlayamadı.
Lojmanın önü gittikçe kalabalıklaşmıştı. Düğün için gelen davul zurna susmuş, köyün yaşlısı genci, çoluğu çocuğu hep lojmanın önüne birikmişti. Ortalığı bir matem havası kaplamıştı. Oysa bu gün düğün günü idi, çalıp oynayacaklardı, eğleneceklerdi. Kalabalığı gözleriyle inceden süzdü. Aralarda öğrencilerini gördü. Onlarda gelmişlerdi. Meraklı kalabalığın en önünde şaşkın ve ağlamaklı gözlerle öğretmenlerine bakıyorlardı.
Güneş iyice tepelerin ardında kaybolmuş ortalığı koyu bir kızıllık kaplamıştı. İnsanların yüzleri akşamın kızıllığından nasibi almış gibiydi. Kalabalığı son bir defa süzdü. Okuluna son bir defa baktı. Başını yavaşça kaldırdı, Omuzlarını geriye doğru atarak biraz daha dikleştirdi. Kalabalığa doğru seslendi:
—Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var. Çok ekmeğinizi yedim. Çoğunuzun sofralarında ağırlandım, konak odalarında misafir edildim. Sizden hep izzet ve ikram gördüm. Allah razı olsun, hakkınızı helal edin,  Allaha ısmarladık, dedi. Bu sözleri nasıl söyleyebildiğine kendi bile şaşırdı. Öğrencilerinden bir kaçı koşup sarıldı bedenine, bir ağacı kucaklarcasına. Kimisi çelik iki halka ile bir araya getirilmiş ellerine yapıştı. Gözlerinde hayal kırıklığı, endişe, keder, şaşkınlık ve yanaklarından süzülen yaşlarla, ama çaresiz; “Gitme! Gidemezsin!” der gibi bakıyorlardı. İşte istemediği oluyordu. Bütün çocuklar ona doğru sökün etmiş etrafını sarmış, son bir defa öğretmenlerine dokunmak, onu son bir defa daha hissetmek istiyorlardı. Ne ilginçtir ki zaman zaman sınıfta susturamadığı bu çocukların dudakalarından tek bir kelime çıkmıyordu. Sessizlik bütün duyguların ifadesi olmuştu artık. Yere doğru yarım çöktü neden sonra, göz hizasına geldi öğrencileri ile. Merak etmeyin der gibi baktı yüzlerine, “Merak etmeyin! Döneceğim:” dedi. Yanaklarından öptü çocuklarını ve artık zapt edemediği gözlerinden pırpırlanan iki damla yaş, iki kurşun gibi düştü karlar üzerine. İki nokta bıraktı ardında iki göz gibi. Ayağa kalktı, doğruldu, yine dikeldi ayaklarının üstünde bir yay gibi. Ne olursa olsun dik durmalıydı başı. Birkaç adım sonra kendisini çalışır halde bekleyen jandarma minibüsüne bindi. Araç, gidiyoruz artık der gibi birkaç kere homurdandı. Tekerlekler yavaşça döndü, hareket etmişlerdi. Şimdi sevdiği her şey, küçülüp, uçsuz bucaksız bir beyazlığın ummanında kaybolup giderken, gözlerini sımsıkı yummuş, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Ama sessiz, bütün patlamaları, bütün fırtınaları bir kor haline gelmiş yüreğinde zapt ederek.
            …………………………………..
            Otobüsün bir dönemece hızla girmesi ile uyandı. Tan, yavaş yavaş ağarmaktaydı. Gökyüzüne meydan okurcasına başını uzatmış olan dağlar ve birbiri ardınca uzayıp giden ovalar doğmaya hazırlanan günün fırçası ile yeniden güneşin paletindeki kırmızının tonlarına boyanıyordu. Saatlerdir yoldaydı. Gerindi, gözlerini ovuşturdu. O uykusuna dalmışken, yanındaki yolcu kim bilir hangi durakta inmişti. Koltuğa biraz daha yayıldı. Başını cama dayadı, gözleri yılan gibi uzanan yollara dalıp giderken, geçmişin hatıraları arasında bıraktı kendini.
            Altı yıl önceydi. Öğretmen okulunda son sınıf öğrencisi idi. Birkaç hafta sonra mezun olacaklardı. Okul idaresi doldurmaları için kendilerine bir form dağıtmıştı. Atama tercihleri ile ilgili bölüme,  şehir ismi yerine,”Türk bayrağının dalgalandığı her yerde görev yapmaya hazırım!” diye yazmıştı. Bu cümleyi yazarken ne büyük haz almıştı. Henüz on sekiz yaşının içine gireli birkaç ay olmuştu. Ama idealleri yaşının çok çok ötesindeydi. Arkadaşlarıyla ne hayaller kurmuşlardı. Anadolu ya gideceklerdi. Okulda öğrendiklerini, vatan sevgisini, insan sevgisini, duygularını kullanarak, kendilerini o meşalenin yakıtı yapacaklardı. Çevreyi aydınlatacak, Vatan, bayrak, Allah, insan sevgisi ile dolu çocuklar yetiştireceklerdi. Beklenmeyen gerçekleşmiş, okulunda, öğrencilerinden ayrı kalmıştı. Yaşanan olay, kendini şüpheli şaibeli hale getirmişti. Köyden tutuklanarak götürüleli yirmi yedi gün olmuştu. Acının, ıstırabın, hayal kırıklığının, işkencelerin, uykusuz gece ve günlerin intihar planlarının hâkim olduğu yirmi yedi gün. Savcılık kovuşturmaya gerek bile görmemişti onu. Ama çamur yakasına yapışmıştı bir kere. Kimi inandırabilirdi ki? Kim bilir hakkında neler düşünüyorlardı? Ya öğrencileri. Ne söyleyecekti onlara? Ne söylese anlamazlardı zaten. Yaşadığı her şeyi de anlatamazdı. Giderken: “Geleceğim!” demişti. İşte sözünü tutmuş, geliyordu. Onun merak ettiği nasıl karşılanacağı idi. Kırılmıştı, gücenmişti. Okulundan böyle hoyratça alınıp götürülmesi onu kahretmişti. Bir şey olmamış gibi nasıl göreve devam ederdi?
             Gidişi, ilçede olay olmuştu. Kimsenin, kendinin bile nedenini bilmediği bu olay eklemlerle, uydurmalarla abartılarla, büyütülmüş, efsane haline getirilmişti. Gelişi de öyle oldu. İlçeye geleli yarım saat olmamıştı ki, dinlenmek için oturduğu kahve insanlarla doldu taştı. Kimi sevgisinden, kimi merakından sarmıştı çevresini. Dönerken “Alışırım belki!” demişti. Ama yanıldığını anlamaya iki gün yetti. Kim ne derse desin. Kim hangi güven dolu ifadeleri kullanırsa kullansın. Herkesin gözlerinde bir merak, bir anlamlı süzüş vardı. Diller bir şey demese de, gözler onu sorguluyordu. Yaşadığı yirmi yedi gün de sorgulamayı çok iyi öğrenmişti zaten. Daha doğrusu öğretmişlerdi! Hangi sohbette olursa olsun, söz dönüp dolaşıp, nasıl gittiğine, niçin gittiğine, neler olduğuna geliyordu. Sınıfa girdiği artık kendine tanık gelen o bakışı öğrencilerinin gözlerinde de görür olmuştu. [ekle ekle ekle ekle]
            Olmuyordu işte! Olmayacaktı! Ne onlar unutuyordu, ne de kendisi. Büyükler; “Tebdili mekânda ferahlık var.” derlerdi. O da öyle yapacaktı. Artık kararını vermişti. Bu kahreden hatırayı üç güzel yılının geçtiği bu topraklara bir ölü gibi gömüp gidecekti.
            ……………………………….
            Bir şey yapmasına gerek kalmadı. Köyden ilçeye gidenler, tayin haberine de beraberlerinde getirdiler. Sözde suçlamalara, iğreti bir elbise gibi giydirilen bu atama onun yeni bir başlama fırsatı olduğunu kim bilebilir?

+++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++

            Öğrencileri onun yalnızca köyden jandarmalarla ayrılışını görmüştü, köylülerse İlçe jandarma karakolunda o günün gece yarısına kadar alıkonulduğu bilgisine sahipti. Bundan sonrasını bilen yoktu. O biliyordu ancak. Yanaklarında acı bir tebessüm, dişlerinde güçlü bir gıcırdama, gece yarısından sonrasına daldı gitti. Neden sonra, Cengiz’le göz göze geldi. Çok severdi, kendinden birkaç yaş daha küçüktü. Cengiz de onu çok severdi. Bu sevginin karşılığı olarak gözlerini dikmişti öğretmenin gözlerine “Bana olsun anlat abi!” der gibi bakıyordu. Neresini, anlatmalıydı? Nerden başlayarak anlatmalıydı?
 O gece Köyün muhtarı telefonla haber salmıştı annesine. “Merak etmeyin, tutuklandı ama durumu iyidir. Sakın gelmeyin, biz burada gerekeni yaparız.” demişti. Öyle tembihlemişti muhtara. Annesinin hiç üzülmesini istemezdi. Annesi aklına geldiğinde burnunun direği sızlardı. Yaş dolardı gözlerine. Ayrı bir hikâye idi annesi, ayrı bir roman! Şiir tadında, melankolilerle, dramlarla, acılarla dolu bir şiir, hayatı da bir serencamdı annesinin. Otuz yaşında kaybetmişti kocasını. Bir dünya savaşı, bir istiklal savaşı yaşamış, evine sağ dönebilmiş Topal Osman’a silah arkadaşlığı yapmış, Atatürk’ün emrinde savaşmış, Haymana’da siperden sipere koşmuş bir adamın karısıydı. Kocası öldüğünde, En büyüğü on iki yaşında üçü kız, biri erkek dört çocukla kimsesiz, parasız, pulsuz, kalakalmıştı. Kalmıştı da her zorluğun altından çıkmayı başarmıştı yine de. Ümidi, geleceği, dayanağı, sığınağı evladı için, .”Oğlun tutuklandı!” dediklerinde, bu kadın ne yapsındı?  İlçe jandarma karakolunda geçirdiği dört saat boyunca bunları düşündü. Kendi hayatını önemsemezdi hiç. Başına gelenlerden dolayı kimse üzülsün istemedi. Hele annesi hiç! O dört saat süresinde köylülerde gerçek bir vefa göstererek onu hiç yalnız bırakmadılar. Karakol, siyasi bir şüpheli olmasına rağmen doldu taştı. Sağ olsun Karakol komutan da insanlık gösterdi. Gelenlere zorluk çıkarmadı.
            Ne ile suçlanacaktı acaba? Kendisine yöneltilen bir suç yoktu henüz. Bütün hayatını bir taradı zihninde, suç oluşturabilecek bir şey bulamadı. Tabi “Vatan sevgisi “ hariç. Vatanı sevmek suçsa, suçluydu o zaman. Yoksa bu gün o çok sevdiği öğretmenlik mesleğinin sonumu idi. Gece yarısına doğru Vilayetten gelen bir polis arabasın onu jandarmadan teslim alarak götürdü. Kimlik tespiti gibi rutin işlemlerden sonra, bir kenar mahalle karakolu olan Dağ Karakolu’na teslim edildi. Maceranın ikinci bölümü artık sahnedeydi. Canlıydı. Ve baş aktör de kendisiydi. Soğukla, karanlıkla, uykusuzlukla mücadele ettiği, karamsar düşüncelerin içinde kaybolup gittiği, endişe ve meraklarının bütün ruhunu, aklını kavrayıp, kuşattığı altı gün geçirdi o karakolda. Bu karakolun işkencesi soğuktan ibaretti. Basitçe soğuk ile gereken yapılıyordu. Polislere ilettiği battaniye talebi; ”Olmaz.” diye geri çevriliyor. Bir tarafı kömür deposu olarak kullanılan ve kömür tozlarıyla her yeri simsiyah hale gelmiş o hücrede, günlerinin gecelerinin geçirilmesi isteniyor ondan. Ayakta mı, yatarak mı? Bu soğukta nasıl olacaktı. Bu şehri görmeyenler soğuğu ve soğuğun tahribatını bilemezlerdi. Soluduğunuz nefes, ciğerlerinize buzdan bir cam gibi yırtarak girerken, dışarı verdiğiniz hava, bıyıklarınızda, kirpiklerinizde, kaşlarınızda donmakta, adeta buz olup yere düşmekte, ıslak elleriniz, kapıların metal kollarına yapışmaktaydı. Bazı polisler merhamet gösteriyorlar, nöbetlerinde onun soğuk ve uykusuzluktan bitap düşmüş haline acıyarak yanlarına alıyorlar. Sıcak sobanın başında vücudunun buzu çözülüyor, bütün hücreleri gevşiyor, kepengi bozuk pencere gibi duran göz kapakları aşağılara doğru düşüyor. Bu durumunu gören polisler “Uykun geldi hocam, hadi içerde uyu.” diyorlar. İçerde işlem tersine dönüyor tabi. Gözler açılıyor, vücut soğuyor ve akıl yine soğuk tarafında uyarılıyor.
O altı günün ardından Gürcü Kapı Karakolu’na naklettiler onu, yine bir gece yarısı. Bu nakiller niçin gece yarısı yapılırdı hep anlayamamıştı. Soğuk burada da vazifesini yapıyordu. Ama fazlası vardı. İdrar ve pislik kokan, pislik dolu bir hücrede yere uzanma imkânı bile olmadan ayakta, bastığı yerlere dikkat ederek sabahı buldu. Zor bir gece olmuştu. Ertesi gün akşam saatlerinde Çarşı karakolu’na yollandı. Niçin böyle karakollarda gezdirildiğini düşünürken, nakil aracının telsisindeki muhabereden annesinin geldiğini öğrendi. Annesi duramamış, gelmişti. Karakol karakol dolaşıyor, oğlunu arıyordu. Oğlunu, yani ciğerparesini! İçinde biriken hüzün, keder, acı, soğuk havayı nefesiyle yalarken,”Yıkıl Erzurum!” kelimeleri buz parçaları gibi yerlere dağıldı. Bu soğukta, bu karda kışta, yirmi iki saatlik yolu nasıl gelmişti? Hangi düşüncelerle meraklarla heyecanlarla başa çıkarak yol gitmiş, iz sürmüştü. Birinci Dünya ve İstiklal Savaşı gazisi, Ahmet Ağa’nın Allah’a emanet ettiği, devletine bıraktığı dul eşi, Osmanlı kadını Kezban Hanım, Bu zemheri soğuğunda karakol karakol evlat aramaktaydı Bir kez daha kederle acıyla döküldü dudaklarından sözler; “Yıkıl, yıkıl Erzurum!” Annesi ile nasıl karşılaşacaktı? “Dayanamayıp, ağlar mıyım?”diye geçirdi içinden. Biraz sonra Çarşı Karakolu’ndan içeri girdi. Onu sobanın bulunduğu bir küçük odaya aldılar. Annesi biraz sonra geldi, yanında dayısı da vardı. Dayısı bu uzun yolda annesine destek olmuştu belli ki. Korkularının aksine oldukça sakindi. Bu haline şaşırmıştı. Zeytin, ekmek, peynir getirmişlerdi yanlarında. Fazla konuşturmadılar, iyi olduğunu öğrenip bir otel aramak için ayrıldılar yanlarından. Sonrasında nezarete aldılar onu. Burası bir önceki karakolu da aratmıştı. Gördüğü manzaradan iğrendi. İdrar birikintileri, insan pisliğini görüp, idrarın yaydığı amonyak kokusunu hissedince burnu, “Yine uzun bir gece geçireceğiz anlaşılan.”dedi içinden. Uzun bir gece oldu. Saatlerce dikildi ayakta. Sabaha yakın saatlerde takati iyece tükenmişti ki ister istemez beton zeminde pisletilmemiş bir alan seçti. Vücudunu kuru alanın biçiminde kıvırdı. Yanını betonun soğuğu ile zemine üzerine yapıştırıp sözde bu biçimde dinlenecekti.
Bu uzun gecenin sabahı hareketli başlamıştı karakolda. Konuşmalar, talimatlar, yazışmalar derken sabah dokuz sıralarında İl Emniyet Müdürlüğüne götürüp teslim ettiler onu. Büyük bir salonun içinde yüze yakın insan görev yapıyor. Koşturmalar, bağırmalar, hareket hiç eksik olmuyordu. Bir an birisi koluna yapıştı. Ne olduğunu anlayamadı, döndü,  esmer orta boylu biri koluna yapışmış, bir şeyler söylüyordu. Sen de kimsin der gibi adamın yüzüne baktı;
 —Ben polisim, Bursa Emniyetinden geldik,  seni Bursa’ya götürmekle görevliyiz, dedi. Temel bir kabullenişle sessizce baktı sivil memura. Aynı memur devam etti konuşmaya:
—Necisin sen?
Ne diyecekti şimdi? Erzurum Bursa arasın normalde 22 saatlik bir yoldu. Bu kış şartlarında iki gün bile sürebilirdi. Nasıl adamlardı? Ne söylemeliydi, bilemedi, uzun bir tereddüt yaşadı önce.
            —Atatürkçüyüm, dedi. Yalan da değildi. Zaman zaman Atatürk’ü eleştirseler de samimi olarak severlerdi. Ama bazı ilkelerine, bazı uygulamalarına itirazları olmuştu.
            —Ha s..ktir lan! Dedi memur.
            —Şimdi herkes Atatürkçü! Ülkücü müsün, Komünist mi? Sen onu söyle!
İçinden; ”Çattık belaya!” dedi. “Kimdi acaba bu adamlar? Neciydi? Ya görüşleri zıtsa? Ya yolda ona bir şey yaparlarsa?” Tereddüdü uzun sürmedi:
            —Ülkücüyüm, dedi sadece onların duyacağı bir tonda.
            —Tamam, işte, ben de ülkücüyüm, kiminle yola gideceğimizi bilelim, dedi sonra. Annesi onu orada da bulmuştu. Bursa’ya götürüleceğini öğrenince oğlunu bir defa daha görmek istemişti. Biraz da para vermişti kendisine, ne olur ne olmazdı.  Sivil polisler evrak işlerini tamamlayınca onu bir özel taksiye attı. Sonrasında batıya doğru uzun bir yolculuğa koyuldular. Şehir çıkışında uğradıkları benzinlikte, aracın deposunu annesinin verdiği ihtiyat harçlığı ile doldurdu. Devlete hizmete devam ediyordu yani.
Uzun bir yola çıkılmıştı artık. Her kilometresinde, yumuşayan, gevşeyen, ısınan, insanı düşündüren, kederlendiren, endişe ve merakını arttıran bir yol. Erzurum’dan başlayarak, Erzincan, Sivas, Yozgat, Ankara, Eskişehir ve neticesinde Bursa’ da nihayetlenen bir yol. Bursa plakalı sivil taksinin şoförü yanında arkadaşıyla önde, o ise, iki sivil polisin arasında arkada sonu meçhul seyahate başlamıştı. Aralık sonu kış bütün hünerlerini göstermekte yolda olanlar çıktıkları seyahatten bin pişman dura kalka istikametlerine devam etmekte. Şehir terminallerine, duraklarına normal sürenin iki misli sürede ulaşılmakta. Doğudan batıya Bütün Anadolu sanki kara teslim olmuş gibi kış hükümranlığını sürdürmekteydi.
 Yolculuğun başlangıcında, onu götürmekle görevli sivil memur, kulağına eğilip:
—Bak, dedi, Smith &Wesson marka tabancasını göstererek.
—Çok uzun bir yol gideceğiz. Seni saatlerce bu arabada kelepçeli götürmek istemeyiz. Eğer kaçmaya kalkarsan vururum. Boşa da ateş etmem ha. Kaçmaya teşebbüs ettiğinde ölürsün, diye tamamladı tehdit ve uyarı dozlu sözleri.  Tehditleri anlamış olduğumu görünce, artık iyice acıtmaya başlayan kelepçeleri bileğinden çıkardı. Zor, belirsiz ama bir o kadar da renkli yolculuk artık başlamıştı. Erzurum’u Bursa’ya bağlayan karayolunun bütün şehir duraklarına giriliyordu. Duraktan kasıt, o şehrin genelevleriydi. Hiç istisnası olmadan bu şehirlere gelindiğinde, kendisi genel evin güvenlik kulübesinde kelepçeleniyor, sivil memurlar ise içerde tabiatlarına uygun işlerin peşinde meşgul oluyordu. Bu durum çok ağırına gidiyordu. Milli ve mukaddes değerler için canını feda etmekten kaçınmayacak biri olarak, bu pislik yuvalarında kendini aşağılanmış, kirletilmiş hissediyordu. Yol boyunca sohbetin konusu, Bursa’nın neresinde bir kadın var, nasıl ele geçirilir, neler yapılır gibi konulardı. Bazen de yaptıkları ahlak dışı iş ve ilişkileri ballandıra ballandıra, övünerek anlatıyorlardı. “Allahım!” dedi içinden, “Ben suçluyum, bunlar da namusumuzu, ırzımızı, malımızı, güvenliğimizi sağlayacak adamlar mı?”. Bu ne yaman bir çelişki idi? Ne yaparsın, kuzunun canı kurda teslim edilmişti bir kere.
Aralık ayının son gününü Ocak ayına bağlıyan geceydi. Saat sabahın ikisi gibi Bursa’ya girmişlerdi. Şehir, bütün sessizliğiyle yeni gelen misafirini ağırlamayı bekliyor gibiydi. Görevli polisler, onu teslim etmeden önce bir hamam sefası için son ayarlamaları yapmış, postayı teslim edip kaçmak arzusundaydı. Son bir iyilik olarak onu yolun bir menzilinde yoklamış ve uyarmışlardı. Kendisini Bursa’ya götüren araç sahipleri bir durakta yanında kimseler yokken, emniyette çok kötü işkencelerin olduğunu, herkesin bir yerden sonra bülbül gibi konuştuğunu, boşuna dayak yememesini, söylemiş, o ise, bir suçunun olmadığını, hatta niçin götürüldüğünü bile bilmediğinde ısrar etmişti. Gerçektende bilmiyordu. On beş yaşında öğretmen olmak için Edirne’ye gitmiş, gidiş o gidişti. Öğretmen okulu bitince kısa bir aradan sonra, eğitim enstitüsüne devam etmişti. Okulun olaylar nedeniyle iki de bir kapanmasının ardından yüzünü tekrar öğretmenliğe döndürmüş, eski görev yerinde öğretmenliğe devam etmişti.
Emniyet müdürlüğüne girer girmez, onu bir odaya aldılar ve gözlerine pankart bezleriyle üst üste sıkıca bağladılar. Evet, üçüncü ve can yakıcı perdesi açılmıştı sahneni. Bütün merakların giderileceği ama şimdiden ne olduğunu bilmediği bütün acıların çekileceği perdeydi bu. Polislerin kollarında sürüklenir gibi asansöre doğru götürüldü. “Beşinci kata bas!” dedi biri diğerine. Uzunca bir koridordan geçtiler. “Kim bu?” diye soranlar oldu yanındakilere. “Erzurum’daki emanet.” dediler. Emanet yerine iade ediliyordu nihayet. Girdikleri bir odada yüzünü duvara döndürerek ayakta beklemesine istediler ondan. Bir de uyarı beraberinde:
—Gözündeki bezi gevşetirsen, burada hayat senin için çok zor olur. Başın öne eğik bekleyeceksin, dediler.
Uzun bir bekleyişin ilk dakikaları idi daha. Gelen geçen kendisine sorular soruyor. Kim olduğunu öğrenmek istiyor. O da bildiği basit cevapları vermeye devam ediyordu. Kısaca adını, ne iş yaptığını söylüyor, suçsuzum diyordu. Buraya düşen herkes öyle söylermiş zaten. Bir polis memuru: Henüz bunların suçlu olanına rastlamadık. Mübareklerin hepsi melek, hepsi peygamber.”  diyerek söylene söylene gidiyordu. Melek olmadığını biliyordu ama suçlu da değildi. Başı, bir müddet sonra kaşınmaya başlamıştı. Gözüne kat kat bağladıkları pankart bezleri başını sıktıkça sıkmış, kan akışını engellemiş, sanki kan beynine sıçrar gibi olmuştu. Saç diplerindeki karıncalanmalar, beynindeki zonklamalar onu çılgın çevirmeye yetecek gibiydi. “Bu da bir başka işkence.” Dedi içinden. Ne kadar sürecekti acaba? Endişeli olmasına rağmen, “Ne olacaksa olsun bir an önce.” diye geçirdi içinden. Bir memur gelerek onu daha büyük, tabanı halıfleks döşeli bir odaya aldı. Altına bir sandalye verdi ve hemen yanındaki radyatöre kelepçeledi elini. Gözleri bağın ardından yeri ve ayakkabıları görüyor ama başını kaldıramadığı için başka hiçbir şeyi fark edemiyordu. Biraz sonra biri önüne bir bardak çay koydu. Eliyle bardağın yerini bulmasını sağladı. Ama içip içmemsi yönünde tereddüt yaşadı önce. Acaba çay ilaçlı olabilir miydi? İçmediğini görürlerse başka sıkıntılar da çıkar diyerek zaten iyice soğumuş olan çayı bir defada içip bitirdi.
Burada da odaya girenler, çıkanlar oluyor. Her giren çıkan kim olduğunu, ne iş yaptığını, suçunun ne olduğunu soruyor. O da artık alıştığı cevapları vermeye devam ediyordu. Takvim, bir Ocak 1981’i işaretliyordu. O görmüyordu ama dışarıda kar inceden inceye yağıyordu. Erzurum’un soğuk, pislik ve idrar kokan nezaretlerinden kurtulmuştu. Burası ılık, rahat, temiz bir ortamdı. Ama nereye kadar sürecek bilinmezdi.
Birden bir türlü anlam veremediği sesler duymaya başladı. Sanki bir inilti gibi, ama değil. Sanki dişlerini sıkmış bir insanın o sıkılmış dişlerinin arasından, aldığı bütün nefesi hızla dışarıya vermesi gibi bir şey. Iıımmm! Diye ortalığı dolduran ince, tiz bir ses. Sadece ben mi duyuyorum, yoksa hayalliyor muyum, dedi içinden. Sanki her yere sessizlik sükûnet hâkim gibiydi. Çünkü kimse oralı olmuyordu. İnsanı rahatsız eden iniltilerin yanına bir de feryatlar eklenmişti. Ardı arkası kesilmeyen çığlıklar, bütün mekânı dolduruyordu. Perde gerisinden bir suflör ilerde kendisinin de çıkaracağı seslerin ipucunu veriyor gibiydi. Ama suflör görevini henüz bitirmemişti anlaşılan. İpuçları gündüz de olsa gelmeye devam ediyordu. Nasıl ve nereye vurduğu belli olmayan bir cismin, çok net ve tok olarak dağılmadan, uzun aralıklarla, gümmm, gümmm, gümmmm diye çıkardığı ses, suflörün gündüz duyuracağı sesleri tamamlar gibiydi. Duvarlara vurulduğunu zannettiğim, o çuval gibi ama canlı cismin, vurmanın acısıyla boşluğu inletircesine çıkardığı sesler maneviyatını iyice bozmuştu. Bu sesler arasında akşamı etmiş, bu seslerle gece yarısına erişmişti. Yanına gelen giden de olmuyordu artık. Sanki orda değilmiş gibi davranıyorlardı. Bir anlamda o büyük odanın hayaleti olmuştu. Zaman ilerledikçe duyduğu seslere de alışmaya başladı. Bir yerden beyni kendisine oyun oynamaya, tekrarlanan sesleri iletmemeye başlamıştı. On beş gündür uykuya hasret kalan gözleri sonunda kepenkleri indirmiş, teslim olmuştu.
Günlerin yorgunluğu ile sızdığı yerde, bir çırpıda sabah olmuştu. Yeni günle birlikte rahat oda safahatı da sona ermişti. Artık odadaki varlığı fark edilir olmuştu. Biri geldi her hangi bir fazlalığı kaldırıp atarcasına onu aldı, uzun bir koridor boyunca sürükler gibi çekerek, götürdü, açtığı bir kapının hemen solundaki radyatör borusuna ellerini kelepçeleyiverdi. Yaklaşık on iki saat, bileğinden tuvaletin radyatör borusuna bir kolu havada kelepçeli dikilmek, onu iyice yorup bitirmişti Tuvalet, sanki şehrin ana caddesi gibi işlekti, giren çıkan hiç bitmiyordu. Girenlerin, polis mi, tutuklu mu olduğunu anlayamıyordu. Her gelen, soru soruyor. O ise virt ettiği cevaplarını vermeye devam ediyordu. Sonunda tuvalet bölümü sona ermiş, kelepçeleri çıkarılmıştı. Yine gözlerinde pankart gözleri, koridorda yürümeye başladı. Sadece kendi ayaklarını ve ardınca yürüdüğü polisin ayakkabılarını görüyordu. Ve yürüyüş bir kapının önünde nihayetlendi. Kapının kilidi tıkırtı ile açıldı. Yarım açılmış kapıdan sertçe içeri itildi. Kapı ardından kapandı. İçeriye uzunca bir sessizlik hâkim oldu. Düştüğü yerden bir müddet kalkamadı. İşi doğrusu ne yapacağını bilemiyordu. Emekleyerek yürümek, doğrulmak istedi. Anlayamadığı yumuşak kaba bazı şeylere çarptı, beceremedi. Odanın içinde sesiz ama uğultulu sesler yükseldi: “Gözlerini aç! Gözlerini aç!” Açmaya çekiniyordu. Nerde olduğunu bilmiyordu çünkü İlk geldiğinde de “Sakın açma!” demişlerdi. Bir el kollarından tutarak,”arkadaşım, aç gözlerini!” dedi, diğerlerinden daha kuvvetli bir sesle. Daha fazla beklemedi, gözlerindeki bandı yavaşça yukarı doğru sıyırdı. Yirmi dört saattir gözlerindeki bez sıyrılınca bir rahatlama hissetti. Ve sonra şaşkınlıkla etrafına bakındı bir müddet. Nerede olduğunu kavramaya ve ona göre tedbir almaya çabaladı. Dikdörgen şeklinde yirmi metre kare bir odadaydı. Yerler kalın bir halı ile kaplıydı. Odanın zemininde birbirlerinin içine balık istifi geçmiş olarak yirmi kadar insan uzanmış yatıyordu. Gevşemiş gibi alınlarında bağlı duran Pankart bezlerinden göz bantları hepsinde yukarı doğru sıyrılmıştı. Onlarda bu yeni gelen kurbanı merak etmişler ve soru yağmuruna tutmuşlardı.
1981 Yılı’nın ilk günü sona ermekteydi. On gününü geçireceği ve ilginç tecrübeleri yaşayacağı bu odaya alışmaya çalışıyordu. Bu odadakilerle birlikte geçireceği karanlık acı dolu on gün. Her saniyesi ruhlara kazınacak ve bir daha asla unutulmayacak on gün. Bu odanın da mutadlarını kavramıştı. Günün belirli saatlerinde hep muayyen şeyler yaşanıyordu. Zaman ilerledikçe oda arkadaşlarının hikâyelerine vakıf olmaya, hatta ufaktan ufağa anlatılan fıkralara gülmeye bile başlamıştı. Tabi fıkralarda hicvedilen hep polisler oluyordu. Günlük yaşananlar hep kendini tekrarlarken, değişen sadece gecenin aktörleriydi. Ara sıra kapının kilidi tıkırdıyor, onlar, göz bantlarını gözleri üzerine indiriyor, kapı çoğu zaman kısa süreliğine açılarak peşinden hiç konuşma olmadan kapanıyordu. Farklı duygu ve düşünceleri olan, belki düne kadar birbirinin düşmanı olan bu yirmi kadar insan, şimdi meçhul olan kaderlerini birlikte beklerken, hiç gürültü patırtı çıkmıyordu. Bu kapı açılışları bilhassa geceleri hepsinin korkulu rüyası olmuştu. Kurbanlık koyunlar gibi beklemedeydiler. Normal bir zamanda olsa top patlatsan birçokları uyanmayacak odanın süreli konakçıları adeta kan uykusundaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde, bütün tabiat sessizliğe gömülüp saatler iki üçü işaretlediğinde odanın kapısı “Tıkırt” diye açılıyor, İçerdekilerden birisin ismi çağrılıyor ve gecenin orkestrası hepsi için çalmak üzere hazırlığa başlıyordu.
İdama gider gibi, çekilip götürülür gibi gidenlerin ardından kader arkadaşları, kendi yaşayacakları ıstıraba doğru yoğunlaşıyorlardı. Saatler süren ve tekrarlanan sorgular, sorguların amacına ulaşması için yapılan baskının ürettiği, binayı inleten çığlıklar, bağırtılar, homurtular odadaymışçasına kulakları rahatsız emekte bir işkence haline dönüşmekteydi. Hepsi yere uzanmış yatmakta olmasına rağmen, bütün gözler cam gibi açıktı. Herkesin dudaklarında bir mırıltı Allah’a yalvarmakta yardım dilenmekteydi. Bazıları tanrı bile tanımazdı. Ama işte, ruhun desteğe ihtiyaç duyduğu bur andı yaşadıkları. Ve dua onları güçlü kılacak, dayanma fırsatı yaratacaktı. Yine böyle bir gede bir arkadaşları bana da dua öğretir misinin diye yanındakini sıkıştırıyordu. Hepsinin duaya ihtiyacı vardı. Akıl ve ruh sağlıklarını korumanın başka bir yolu yoktu burada.
Düşünüyordu. İçinde çok güçlü bir endişe mütemadiyen düşünüyordu. Burada düşünmekten kolay bir şey yoktu. Sonra zaman da istemedikleri kadar çoktu. İçinde “Dayanabilir miyim?” endişesi onu kıvrım kıvrım kıvrandırıyordu. Her insanın bir tahammül gücü vardı. Bu güç boya posa, yaşa başa bakmıyordu. Tahammül gücünü bilemiyordu. Ayakkabısının astarında bir tıraş bıçağı vardı. Teyzesinin oğlu tutuklandığında ne olur ne olmaz diyerek, ihtiyat için yerleştirmişti oraya. Gerçek manada hayatına son vermeyi hiç düşünmemişti. İnançlı bir insandı o. Ve inancına göre intihar edenlere dinde kesin cezalar öngörülüyordu. O zaman niçin koymuştu tıraş bıçağını ayakkabı astarının altına?  Kendi başına gelmese bile işkence altında insanların, faili olmadıkları olayların suçlarını kabul ettiklerini duyuyordu. Başka insanların, masum hayatlarını yakarak vicdan azabı çekmek istemiyordu. Biliyordu ki alacağı en ufak bir ceza, onun çok sevdiği mesleğini yapmasına engel olacaktı. O zaman da bütün idealleri akim kalacaktı. Niçin okumuştu ki? Kendini öldürmekten ziyade, işkence altında dayanamayacağı bir noktaya geldiğinde bileklerini keserek, soruşturmaya son verdirecek bir hastaneye kendini atabilmekti gayesi. Bu düşüncenin riski yok muydu? Vardı tabi. Ama kendisi bu riski göze almıştı.
Geleli beş gün olmuştu. O gecenin sabahı, in cin uykuda olduğu bur sırada, sessizlik bütün Bursa’yı teslim almışken, başrol aynama sırası artık kendisine gelmişti. Kapı kulaklarının alıştığı biçimde yine tıkırtı ile açılmış ve onun ismi okunmuştu. Saat üçü gösteriyordu bütün mahlûkat uykudaydı. Uykuda olmayanlarsa, Rablerini zikrediyordu her hal. Göz bandını iyice aşağı indirdi. Katlı, yatanların üstüne basa basa kapaya doğru yürüdü, el yordamıyla ayakkabılarını aradı. Kendini çağıran ses:
—Orada ayakkabı ihtiyacın olmayacak, diye uyardı. Geceler boyu duyduğu dinlediği sesleri çıkarmak üzere ayaktaydı artık.  Kendini yokladı, heyecan yoktu. Yoktu ama dili damağını niye kurumuştu. Kalbi niçin, göğsünden fırlayacakmış gibi atmaktaydı? Yan odaya sorguya geçti, kendini çağıran polisle birlikte. Odadakilerin seslerden, birkaç kişi oldukları anlaşılıyordu.

Onu önce bir sandalyeye oturttular. Hepsi de çok nazik davranıyordu. Ardından çay ikram ettiler. Gayet yumuşak ses tonuyla bir taraf tanda niçin getirildiğini bilip bilmediğini soruyorlar, bir anlamda aralarında itimat kazanmaya çalışıyorlardı. O ise polise güvenilmeyeceğini çok önceleri öğrenmişti. Polisten dost olmazdı. Arkadaş olmazdı.
—Bilmiyorum, dedi.
—Beni neden tutukladığınızı gerçekten bilmiyorum.
Kalın ve tok bir ses:
            —Akıllı ol! Akıllı! Diye uyardı kendisini.
—Burada doğruları konuşacaksın. Konuşmak istemesen de konuşacaksın.
—Ne kadar direnirsen diren, bülbül gibi öteceksin sonunda. Diye sürdürdü tehdidini.
—Aklını kullan, dayak yemeden konuş!
Özgeçmişi, hayat hikâyesi, serencamı, ne derseniz o yani. Anlatmasını istiyorlar. Anasından doğduğu günden itibaren, bütün hayatını anlattırıyorlar. Bazen gerisin geriye dönüp, anlattıkları üzerinden sorular soruyorlar. Çelişkiler yakalamaya çalışıyorlar. Ama sonuç yok. Sorgucular istediklerini alamamanın gerginliği ile öfkeli ve sinirli. Hayat hikâyesini üçüncü defa anlatıyor. Saatler ilerliyor, dili damağı kuruyor. Anlatmaktan yoruluyor artık. Özgeçmişini anlatmaya devam ediyor. Yanlış söylememe endişe ile anlattıklarının üzerinde tekrar tekrar düşünüyor. Düşünmekten, geçmişi hatırlamaya çalışmaktan beyni zonkluyor. Bir ses:
            —Silahı nereye sakladın? Diyor.
            —Silahım yok. Diyor.
            —Kalk ayağa! Diye bağırıyor öfke ile başka bir ses.
            —Sen iyilikten anlayacaksın!
Onlarca tokat yüzünde peş peşi sıra patladı. Yüzü alev gibi yanıp, birden hissizleşmişti sanki. Tokatlar yön değiştirerek yumruk halinde midesine midesine patladı az sonra. Bir iki, üç, on, on beş….. Artık sayamaz oldu, öne doğru iyice bükülerek olduğu yere çöktü. O çökmemişti aslında, çöken insanlıktı. Hayat hikâyesini yeniden anlatmaya başladı. Bir daktilonun tuşları şakırtılar içinde, yeniden anlatılanları yazıyordu. O ses, yine dönüp dönüp, silahı ne yaptığını sordu, durdu. “Yoktu.” Cevabı sorguculara yetmez olmuştu. Ne demek yoktu, olacaktı. Her gün kırk elli insanın öldürüldüğü bir zamandı bir gencin nasıl silahı olmazdı. Buradan boş çıkarmayacaklardı onu. Bir silah vermeliydi kendilerine. Kim olduğunu anlayamadığı biri omuzlarından kavrayarak ayağa kaldırdı onu. Bir başkası geldi;
—    Ellerini uzat! Diyerek, bir şey bıraktı avucuna.
Yokladı, önce ne olduğunu anlayamadı.
            —Bu nedir? Diye sordu..
            —Biraz yokla, anlarsın dedi. Deminki ses.
Yokladı. Bir cop olduğunu anladı, kendisine uzatılan nesnenin. Ne olacaktı şimdi? Düşünme süresi de bitiyordu. Gerçekten hiç silahı olmamıştı. Evet, bazen silah taşımıştı, ama hep ödünç almıştı birilerinden. O silahı da bağda bahçede güvenlik için taşımış ve iade etmişti sahibine. Sert, acımasız, duygudan yoksun bir ses, kenardan;
—Ellerini uzat! Diye bir emir verdi. Bir başkası, uzattığı ellerini yukarıya açık olarak öne doğru çapraz yaptırdı. Biraz önce ne olduğunu anlamaya çalıştığı cop ellerine insafsızca iniyordu şimdi. Ellerinin,  inen her bir darbe ile mayalanmış hamur gibi kabardığını hissediyordu. Görmese bile öyle olduğunu biliyordu. Yediği copların sayısı bilinmez olmuştu. Elleri kontrolünün dışına çıkmış, bütün hücreleriyle sızlıyordu. Bir müddet sonra onları tartamaz oldu. Aşağı doğru sarkan elleriyle birlikte dizlerinin üstüne çöktü. Sımsıkı kilitlenmiş dişlerinin önünden, alt dudağı “Iıııı!” sızıltılarıyla aşağı doğru düştü. Yan tarafta nasıl çıktığını merak ettiği sesleri çıkarmaya başlamıştı. Bu konuda çok başarılı idi. Döndüğünde oda arkadaşları belki de onu tebrik edeceklerdi. Suflörden duyduğu her sesi başarıyla çıkarıyordu artık.
Ondan istedikleri silahın yerini bulmak yardım da ediyorlardı kendisine.
—Oğlum, belki saklamışsındır.
—Belki de sattın. Sattıysan, sattım de.
—Belki de denize atmışsındır.
Tuzaklar birer birer kuruluyor, zarflar teker teker atılıyordu. “Yer miydi bu tuzakları o?” “Attım!” veya “Sattım!” dese, ardından  “Kimden aldın?” “Kime sattın?” “Nereye attın?” diye bir sürü soru gelecek. Ağzından bir isim almaya çalışacaklar. İşte o zaman çırası yanacaktı. Kimsenin çırasını yakmaya niyeti yoktu. Bir kere konuşmaya başladı mı isimlerden ordu birikirdi. Her şeye rağmen sustu. Başka çaresi de yoktu zaten. Biraz ara verdiler, işlerine. İçlerinden biri dışarı çıktı. Beş dakika kadar zaman geçmemişti ki geri geldi.
            —Sende silah varmış. Nevzat, öyle söyledi, dedi.
            —Yalan! Diye bağırdı hiç beklemeden.
—Ama Nevzat var diyor. Dedi aynı ses.
—O zaman tarif etsin silahı var diyorsa.
Nevzat’la görüşmeyeli çok uzun yıllar olmuştu. Silahı var mıydı, yok muydu nerden bilecekti. Kapı yine açıldı. Sesin sahibi dışarı çıktı. Koridorda birine sorular sormaya başladı.
            —Hüseyin’in silahı var mı?
            —Ben bilmiyorum abi.
—Var diyeceksin lan!
—Tekrar beşinci kata çıkmak ister misin?
Boğuk, koridoru uğuldatan bir sesle Nevzat:
            —Siz var diyorsanız vardır abi dedi. Belli ki beşinci katta yaşadıkları onu iyice yıldırmış, korkutmuştu.
            —Bak, varmış diyor polis, ona doğru gelerek. Senin arkadaşın, duydun kulaklarınla. O itiraza devam ediyor.
—Valla yok! Yalan söylüyor Nevzat.
—Sen akıllanmayacaksın, diyor sorguyu yapan.
—Alın bunu yan tarafa.
İki polis, onu kollarından yakalayarak daha sonra koridora doğru çekip yan odaya sürekler gibi götürdü.
            —Bülbül olup şakıyacan lan şimdi. Dedi.
Yan tarafta onu yatırdılar, ayaklarını havaya doğru kaldırdılar. Önce ne olacağını anlamamıştı. Ayağına bir şeyler bağladılar. Sonra başını yerden kaldırmasını istediler. O başını zorla yukarı doğru kaldırırken, bir araba lastiğini başında aşağı beline doğru geçirdiler. İşlem tamamdı. Polisin biri bütün gücüyle tabanlarına copları indirirken, bir diğeri yere, kulaklarının dibine eğilmiş  ,
            —Boş yere dayak yeme oğlum. Konuş! Konuş, yoksa bu adamlar seni perişan edecek. Bak, ben de ülkücüyüm. Üzülüyorum senin haline. Diye durmadan konuşuyordu. Erzurumda tor denen bir ağ çeşidi vardı. Aras Nehri’nde balık yakalarlardı torla. Birden tora düşmüş balık gibi çırpınmaya başladı. Ayak tabanları da elleri gibi kabarıyordu şimdi. Ağzından çıkan feryatlar dalga yayılırken, ayak tabanları acının etkisi ile kıvrandırdı onu. Yerde lastiğe geçirilmiş gövdesi kâh o yana, kâh bu yana dönüp durdu. Birkaç kere falakanın sopaları ellerinden kurtuldu. Bu fırsatı değerlendirip, dayanma gücünü artırmaya çabaladı. Biraz sonra falaka faslı tekrarlıyor kendini. Zamanı ve mekânı kaybetti. Bu uzun gece uzadıkça uzuyor. Sanki hiç bitmeyecek, Sanki hep devam edecekmiş gibi oluyor. Bir taraftan yatırıldığı falaka da çırpınırken, diğer taraftan, Dualar okuyor, sureler okuyor. Kendine yaratıcıdan sabırlar diyordu..........................

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder